ANALİZ - ABD'nin Golan Kararı Bir Uluslararası Hukuk Cinayetidir

Trump yönetiminin Golan kararı, uluslararası hukukta büyük mücadeleler sonucunda elde edilmiş kazanımların yok sayılmasıdır; saldırgan devletlerin cezalandırılması yerine ödüllendirilmesidir Uluslararası kazanımlar bir kenara bırakılarak klasik uluslararası hukukun karanlık günlerine tekrar dönme gayreti, insanlığa yapılacak büyük bir ihanettir.

İSTANBUL -ÖZLEM YÜCEL- Uluslararası hukukun bugün en büyük sorunlarından biri olan devletlerin saldırganlığının önlenmesi hususu, geçmişte günümüzden de önemli bir sorundu. Uluslararası hukukun başlangıcı olarak genellikle 1648 Vestfalya Barışı kabul edilir. 1648’den başlatılan klasik uluslararası hukuk, Avrupalı devletlerin oluşturduğu ve onların arasında geçerli olan bir hukuktu. O nedenle, klasik uluslararası hukuk yerine, “Avrupa kamu hukuku” kavramı da kullanılır. Klasik uluslararası hukukta devletlerin savaş hakkı söz konusuydu. Yani o devirde devletlerin, bugün olduğu gibi, uluslararası uyuşmazlıklarını barışçı şekilde çözme zorunlulukları yoktu. Yani devletler başka devletlerle olan sorunlarını barışçı şekilde çözebilecekleri gibi (örneğin milletlerarası yargıya gitmek), kuvvet kullanarak da çözme hakları söz konusuydu. Bu durumda gerçekten haklı olan değil (örneğin milletlerarası yargıdaki davayı kazanan devlet değil), savaşı kazanan devlet, uyuşmazlığı da kendi lehine çözmüş olmaktaydı. Buna uluslararası hukukta “kuvvet hak doğurur ilkesi” adı verilmekteydi. Yani savaşı kazanan, tartışma konusu olan hakkı da kazanmaktaydı. Savaşın hak olduğu zamanlarda da devletlerin saldırganlığı sorunu söz konusu olmaktaydı; devletlerin savaş hakkı da olsa, bu sınırsız bir hak değildi. Devletlerin savaş hakkı sadece “haklı savaş” durumunda söz konusuydu. Yani haklı savaşın karşıtı olan “saldırı savaşı”, klasik uluslararası hukukta dahi yasaklanmıştı. Saldırı savaşı yapan devletler “saldırgan devlet” olarak nitelendirilirdi. Ancak “haklı savaş” nedir, “saldırı savaşı” nedir, hangi durumlarda saldırgan devlet olunur soruları klasik uluslararası hukukta hiç bir zaman tam anlamıyla çözülemeyen problemler olarak kalmıştı.

Bugün yürürlükte olan modern uluslararası hukukun başlangıcı olarak 1919 yılında Milletler Cemiyeti’nin kuruluşu kabul edilmektedir. Modern uluslararası hukukun başlamasıyla birlikte, uluslararası hukuk artık Avrupalı devletlerin tekelinde olmaktan çıkarak evrensel bir nitelik kazanmıştır. Yani Avrupa kamu hukuku olmaktan çıkıp bütün dünya devletlerinin hukuku haline gelmiştir.

Modern uluslararası hukukun 1919’dan itibaren en önemli sorunu, devletlerin savaş hakkı ve saldırganlığı sorunu olmuştur. Maalesef Milletler Cemiyeti’nin kuran antlaşmada devletlerin savaş hakkı ellerinden alınamamış, sadece bu hak sınırlandırılıp bir düzene tabi kılınmıştır.

Devletlerin savaş hakkının ortadan kaldırılması konusundaki en önemli adım, 1928 yılında, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında Paris’te imzalanan Paris Misakı ile atılmıştı. Söz konusu antlaşma, mimarları olan, zamanın Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand ile ABD Dışişleri Bakanı Frank Billing Kellogg’un adlarına atıfla 1928 Kellogg-Briand Paktı olarak da adlandırılır. Bu antlaşmayla iki devlet (Fransa ve ABD) savaş haklarından vazgeçtiklerine, bundan sonra bütün devletlerle olan sorunlarını savaş yoluyla değil, sadece barışçı yollarla çözeceklerine dair söz vermekteydiler. 1928 Kellogg-Briand Paktı o kadar başarılı olmuştur ki kısa sürede (Türkiye dahil olmak üzere) 62 devletin taraf olduğu çok taraflı bir antlaşma haline gelmişti. O tarihlerde dünyada mevcut olan devletlerin sayısı düşünüldüğünde ve Birleşmiş Milletler (BM) 1945’de kurulduğunda 51 üyesi bulunduğu göz önüne alındığında, ne kadar başarılı olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bu başarı, antlaşmanın mimarı olan ABD’nin Cumhuriyetçi Dışişleri Bakanı Frank B. Kellogg’a 1929 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazandırmıştı. Ayrıca Almanya ve Japonya söz konusu antlaşmaya taraf oldukları için, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Nürnberg ve Tokyo uluslararası mahkemelerinde Alman ve Japon savaş suçluları yargılanabilmişti.

1928 Kellogg-Briand Paktı kısa sürede genel bir kabul görmüş olsa da, antlaşmaya taraf devletler, henüz attıkları imzanın mürekkebi kurumadan onu ihlal etmeye başladılar. Bu konuda ilk ihlal, 1928 Kellogg-Briand Paktı’na daha yeni taraf olan Japonya’dan geldi. 1931 yılında Çin’e saldıran Japonlar, Çin’in kuzeyinde ele geçirdikleri Mançurya bölgesinde, Mançuko adında kukla bir devlet kurdurdular. Bunun üzerine, zamanın ABD Dışişleri Bakanı Henry Lewis Stimson 1932 yılında kendi adıyla anılan bir görüş ileri sürmüş (Stimson doktrini) ve bu görüş kısa sürede büyük bir kabul görmüştü. BM kurulduktan, BM Şartı ile kuvvet kullanımı kesin olarak yasaklandıktan, devletlerin elinden savaş yetkisi alınıp BM Güvenlik Konseyi’ne kuvvet kullanma yetkisi verildikten sonra, söz konusu doktrin uluslararası hukukta “tanımama yükümü” adı verilen yeni bir kural haline gelmişti.

Donald Trump gibi bir Cumhuriyetçi olan Stimson’ın doktrini sayesinde, 1928 Kellogg-Briand Paktı’nın bir yaptırımı ortaya çıkmıştı. Buna göre, 1928 Kellogg-Briand Paktı’na taraf olan devletler, söz konusu antlaşmada verdikleri sözü çiğneyerek, kuvvet kullanarak hangi statüyü elde ederlerse, bu yeni statü (kuvvet kullanılarak elde edildiği için) gayrimeşru (illegal) olacaktır. Bu nedenle taraf devletler bu yeni gayrimeşru statüyü “tanımama yükümü” altında olacaktır. Eğer bir devlet bu gayrimeşruluğu tanırsa, kendisi de uluslararası hukuku ihlal etmiş olacaktır. Böylece, şeklen yeni statü elde eden devlet, diğer devletlerin tanımaması nedeniyle, bu statünün nimetlerinden yararlanamayacaktır. Bu da gayrimeşru yollarla yeni statüler kazanmayı düşünen devletleri caydırma gücüne sahip bir yaptırım niteliği kazanmıştır. Bu şekilde, devletlerin saldırganlıklarını önlemekte çok faydalı bir kural haline gelmiştir.

Tanımama yükümü uluslararası hukukta kural haline geldikten sonra birçok olayda uygulandı. Bunlardan biri de 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında İsrail’in uluslararası hukuka aykırı olarak, kuvvet kullanarak ele geçirdiği yerleri ilhak kararlarına karşı (BM Güvenlik Konseyi’nin birçok kararıyla) devletlerin bu gayrimeşru ilhakı tanımama yükümü altında olduğunun kabul edilmesiydi. Yani İsrail’in bu gayrimeşru ilhakını tanıyan devlet de uluslararası hukuku ihlal etmiş olacaktı. İsrail’in Suriye’ye ait olan ve 1967 yılında ele geçirdiği Golan tepelerini 1981 yılındaki ilhak kararına karşı, aynı yıl BM Güvenlik Konseyi 497 sayılı kararı beyan etti: İsrail’in ilhak kararının uluslararası hukuka aykırı ve yok hükmünde bir karar olduğuna, dolayısıyla devletlerin bu gayrimeşru yeni statüyü tanımama yükümü altında olduğuna hükmetmişti. Böylelikle BM İsrail’in Golan’ı ilhakını tanıyan devletlerin de uluslararası hukuku çiğnemiş olacağını ilan etmişti.

ABD Başkanı Trump 2018’de Kudüs’ün, 2019’da ise Golan tepelerinin İsrail tarafından gayrimeşru şekilde ilhakını (yukarıda izah ettiğimiz tanımama yükümüne rağmen) tanımıştır. Trump yönetiminin söz konusu kararları, uluslararası hukukta (buraya kadar özetleyerek anlattığımız) büyük mücadeleler sonucunda elde edilmiş kazanımların yok sayılmasıdır; saldırgan devletlerin cezalandırılması yerine ödüllendirilmesidir. İki dünya savaşı görmüş bir dünyayı, o savaşlar öncesindeki hukuki duruma döndürme çabası olarak, acı bir biçimde önümüzde durmaktadır. Bugünlere kolay gelinmedi; ama maalesef bugünler kolayca kaybedilebilir. Üzerlerine titrenmesi gereken bu kazanımlar bir kenara bırakılarak klasik uluslararası hukukun karanlık günlerine tekrar dönme gayreti, insanlığa yapılacak büyük bir ihanettir.

[İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Dr. Özlem Yücel uluslararası hukuk alanında çalışmaktadır]

Ana Sayfa
Manşetler
Video
Yenile