ANALİZ - ABD'nin 'Yeni İran Stratejisinde' Yeni Olan Ne?
ABD'nin İran'a yönelik tehditkar tutumunun iki hedefinden bahsedilebilir. Washington ya krizi zamana yayıp İran’ın uluslararası alanda normalleşmesini engellemeye çalışacak ya da Tahran'ın direncini bir askeri operasyona bahane olarak kullanacak Trump yönetiminin “yeni İran stratejisinde” yeni olan pek bir şey yok. Açıklanan strateji 1979’dan beri ABD’nin İran’ı kuşatma ve zayıflatma politikasının güncellenmiş bir versiyonundan ibaret İran’ın, dayatılan bu koşulları kabul etmesi neredeyse toptan teslim olmak anlamına gelecektir ve bunun gerçekleşmeyeceğini Washington’daki karar alıcıların bilmemesi mümkün değil Krizin uzun bir süreye yayılması ve bu süreçte İran'ın istikrarsızlaşması, Türkiye'yi de doğrudan ilgilendiren ciddi bölgesel sonuçlara yol açabilir ABD’nin gayrimeşru tehditkar tavırları, İran’ın son yıllarda takip ettiği ve bölgede dostane ilişkiler yürüttüğü bazı ülkeleri dahi rahatsız eden politikalarını görmezden gelmeye neden olmamalıdır
İran’ın, yeni bir anlaşma için öne sürülen koşullar çerçevesinde masaya tekrar oturmaktan başka çaresi olmadığını savunan Trump, İranlıların nükleer programlarına geri dönemeyeceklerini ve dönerlerse “daha önce karşılaştıklarından çok daha büyük sorunlarla” karşı karşıya kalacaklarını söylemişti. 21 Mayıs günü bu defa Washington'un yeni İran strateji hakkında konuşan ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, süreç tamamlandığında İran’a karşı “tarihte görülmüş en güçlü yaptırımları” uygulayacaklarını söyledi. Pompe ayrıca İran’ın dünya çapındaki güçlerini takip edeceklerini ve onları “ezeceklerini” da sözlerine ekledi. Peki ABD’nin bu “diplomatik kabadayılığının” amacı ne?
- Yeni bir "Kartaca Barışı" mı?
Birinci Dünya Savaşı İtilaf Devletleri karşısında İttifak Devletleri’nin mağlubiyetiyle sonuçlanmış ve artık sıra barış anlaşmalarına gelmişken, Fransa ve onu temsil eden Fransız Başbakan Clemenceau’nun gündeminde tek bir şey vardır: Almanya’yı ezmek! Ellerine, çok çektikleri ve diş biledikleri Almanya’ya gerçek bir ders vermek için tarihi bir fırsat geçtiğini düşünen Fransızlar, “sorunu” kalıcı olarak çözmek istemektedirler. Anlaşma müzakereleri esnasında ABD Başkanı Trump gibi 70’li yaşlarında olan Clemenceau’nun ruh halini Versailles Antlaşmasının bir bölümünde İngiltere heyetinin içinde hazır bulunan ve anlaşmayla aynı yılda yayımladığı “Barışın Ekonomik Sonuçları” adlı eserinde Fransızları eleştiren İngiliz ekonomist Keynes şöyle tasvir eder: “En berrak izlenimleri ve en canlı tahayyülleri geleceğe değil de geçmişe yönelmiş olan bu ihtiyar adamın [Clemenceau] politikası işte buydu. O, konuyu Fransa-Almanya meselesi olarak görüyordu; insanlık meselesi ya da Avrupa medeniyetinin yeni bir düzene doğru ilerleme mücadelesi olarak değil.”
Keynes’e göre Clemenceau’nun Almanlara bakışı son derece basitti: “Bir Almanla asla müzakere edemez ya da orta yolu bulamazsın; onu icbar etmelisin”. Keynes, Romalıların uzun yıllar savaştıkları Kartacalı hasımlarıyla yaptığı anlaşmaya atıfta bulunarak Fransızların Almanlara dayattığı barış anlaşmasını “Kartaca Barışı” olarak tanımlıyordu; rakibi yerle bir etmeye ve bitirmeye yönelik bir anlaşma! Acaba ABD Başkanı da İran’ı bir “Kartaca Barışına” zorlamaya mı çalışıyor?
- ABD’nin İran’a dayattığı koşullar ne anlama geliyor?
Aslında Trump yönetiminin “yeni İran stratejisinde” yeni olan pek bir şey yok. Açıklanan strateji 1979’dan beri ABD’nin İran’ı kuşatma ve zayıflatma politikasının güncellenmiş bir versiyonundan ibaret. Pompeo’nun İran’ın nükleer faaliyetlerinden kalıcı olarak vazgeçerek bütün tesislerini Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı denetimine açması, balistik füze programına sor vermesi ve bölgeyi istikrarsızlaştıran faaliyetlerini kesmesi yönündeki çağrıları, ABD tarafından farklı şekillerde yıllardır dillendiriliyor. Trump gibi selefi Obama hatta Bush ve hatta Clinton da aralarındaki taktiksel farklılıklara rağmen İran’a dair benzer vizyona sahipti. Ancak mevcut bağlam, dört noktada Trump’ı diğerlerinden ayrıştırmaktadır.
İlk olarak, içinden geçtiğimiz belirsizliklerle dolu uluslararası konjonktür yeni ittifakların ve gerilim alanlarının oluşmasına ya da var olanların derinleşmesine son derece müsait. ABD Başkanı da ülkesini “yeniden büyük” yapma hedefi çerçevesinde bu tarz hamlelere girişiyor ki Kuzey Kore ve İran konusundaki yaklaşımları bunun son dönemlerde en çok tartışılan iki örneği. İkinci husus Arap Baharından bu yana Ortadoğu’daki nüfuz alanlarını genişletmek için en az İran kadar muhteris davranan İsrail ve Suudi Arabistan’ın konumudur. Birisi Suriye’nin güneyinden ve Lübnan Hizbullahı’ndan diğeri de esas olarak Yemen üzerinden kendilerini tehdit altında hisseden ve bundan İran’ı sorumlu tutan bu iki ülke, Trump’ın İran’a karşı agresif yaklaşımını desteklemektedir. Trump’ın İran yaklaşımını farklı kılan üçüncü husus aslında ona selefinden miras. Trump açısından yaptırımlarla “tedip” edilmiş bir İran’ın Obama yönetimiyle nükleer krizin çözümü için 2013’te masaya oturması ve sonra anlaşmayı imzalaması, bu ülkenin yeterince sıkıştırılırsa bir şekilde müzakere masasına oturduğunu kanıtlaması açısından önemli. Dolayısıyla Trump, daha ağır yaptırımlarla köşeye sıkışmış bir İran’ın daha ağır koşullar içeren bir anlaşmaya da yanaşacağını öngörmektedir. Dördüncü husus ise çok daha kritik. Önceki ABD yönetimleri, genelde doğrudan rejimin can damarlarını hedef alarak İran İslam Cumhuriyetini sıkıştırırken mevcut yönetimin açıkladığı yaptırım paketiyle İran halkını cezalandırmaya çalıştığı ortada. İran’ın uçaklarına, gemilerine, şirketlerine, para birimine ve uluslararası para transferlerine getirilecek ciddi kısıtlamalar zaten ekonomik açıdan zor dönemlerden geçen İran’ı daha zor duruma düşürecek; bu da ülkedeki yaşam koşullarını ağırlaştıracaktır. Anlaşılan bu gayriinsani hamlelerin mimarları, ülkedeki ekonomik baskılardan bunalmış İranlıların rejime karşı ayaklanacağını ummaktadırlar. Bu durumda da ya yıkılma tehlikesi yaşayan rejim yeni bir anlaşmaya boyun eğecek ya da ayak diremesi durumunda öngörülen kaderi yaşayacaktır.
İran’ın, dayatılan bu koşulları kabul etmesi neredeyse toptan teslim olmak anlamına gelecektir ve bunun gerçekleşmeyeceğini Washington’daki karar alıcıların bilmemesi mümkün değil. Kendi hudutları dahilinde ulusal güvenlik ve savunma stratejisini büyük oranda balistik füzelere endeksleyen İran’ın bu alanda geri adım atması zor. İran bu bağlamda yalnızca füzelerin menzilini müzakere etmeye yanaşacaktır. Diğer yandan, bölgesel etkinliğini bölgedeki vekilleri üzerinden sağlayan İran başta Hizbullah olmak üzere irtibatta olduğu gruplardan vazgeçmek istemeyecektir. Öyleyse ABD’nin bu tehditkar tutumunun iki nihai hedefinden bahsedilebilir. İran’ın göstereceği direnç karşısında ABD ya krizin sürmesini sağlayarak İran’ın bölgesel ve küresel düzeyde normalleşmesini engellemek isteyecek ya da İran’ın direncini olası bir askeri operasyona bahane olarak kullanacaktır. İsrail ve Suudi Arabistan’ın bu yöndeki heveslerine rağmen ABD’nin İran’ı kendi topraklarında askeri olarak hedef alması çok uzak bir ihtimal. Bu durumda geriye İran krizinin uzun bir süreye yayılma olasılığı kalmaktadır ki bunun özellikle ülkemiz ve bölgemiz açısından önemli sonuçları olacağı ortadadır.
- Türkiye ve bölgeyi neler bekliyor?
Paradoksal şekilde bölgenin önde gelen devletleri arasında Türkiye’nin etkinliğine kategorik olarak karşı olan devletler arasında İran artık liste başı değil. Uzun süre Arap Baharının Türkiye’nin bölgesel nüfuzunu artırmasından endişelenen ve özellikle Suriye’deki Türk varlığını şiddetle eleştiren İran, artık makul ölçülerde durumu kanıksamış görünüyor. Dahası İran açısından Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin bağımsızlık girişimi, Katar ablukası ve elbette Suriye krizi konusunda iki ülkenin tutumlarının yakınlaşması önemli. Zira İranlılar bu yakınlaşmanın ülkelerinin istikrarsızlığa itilmesinden en az kendileri kadar Türklerin de rahatsız olacağı sonucunu doğurduğu kanaatindeler. Son dönemlerde İran’a yapılan baskılarla neredeyse eşzamanlı olarak Türkiye’ye de finansal ve uluslararası baskı yapılması, İranlılara göre tesadüf değil. Buna, İsrail ile Türkiye arasında tırmanan gerilim ve Suudi Arabistan elitleri arasında oluşan Türkiye aleyhtarı hava da katılabilir. Gerçekten de İran’ın istikrarsızlaşması, Suriye’deki çözüm süreci başta olmak üzere bölgesel konularda zorluklar meydana getirebilir. Türkiye’nin ABD’nin İran’a karşı sergilediği tavrı, en üst düzeyde eleştirmesinin nedeni de bu. Türkiye açısından en önemli nokta ise olası bir krizin kendisine ve bölgeye olumsuz etkilerini asgariye indirmektir.
ABD’nin gayrimeşru tehditkar tavırları, İran’ın son yıllarda takip ettiği ve bölgede dostane ilişkiler yürüttüğü bazı ülkeleri dahi rahatsız eden politikalarını görmezden gelmeye neden olmamalıdır. Özellikle Suriye iç savaşının bitmesi ve Irak’ta siyasi istikrarın sağlanması için İran’ın yaklaşımlarını gözden geçirmesi gerekmektedir. Daha geniş bağlamda, İran küresel ve bölgesel tehdit algılarında büyük oranda haklı olsa da bu tehditleri izale etme taktiklerinde isabetli davranmadığını görmelidir. İran’ın kendi ulusal sınırlarını korumak için bölgede yürüttüğü faaliyetlerin kendisine kalıcı bir güvenlik sağlamayacağı ortadadır. Türkiye, krizin meydana çıkmasına engel olamasa da tırmanmasının önüne geçebilir. Bölgede kutuplaştırıcı ittifakların oluştuğu bir ortamda, Türkiye bölgesel ve küresel düzeylerde yürüteceği diplomasi trafiğiyle bunu yapmayı deneyecektir. Türkiye ayrıca gelecek yaptırımların İran’la olan ticaretini engellememesi ve petrol tedarikine darbe vurmaması için ABD ile görüşmeler de yapacaktır.
[Yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Leiden Üniversitesi İran Çalışmaları bölümünde tamamlayan Serhan Afacan, İran Araştırmaları Merkezi (İRAM) iç politika koordinatörüdür]