ANALİZ - İran'ın Milliyetçi Önyargıları Türkiye'yle Kültürel İlişkilerini De Zedeliyor

Bu coğrafyadaki kültürel birikimin toptancı bir şekilde, doğruluğu tartışmalı “Aryan Teorisi” üzerinden İran’ın hanesine yazılması izaha muhtaçtır. Devrimin ilk çeyreğine kadar İslam dünyasına beynelmilel mesajlar veren İran’da, 2000’li yıllardan itibaren, 54 yıl kadar süren keskin milliyetçi politikanın izleri, kültürel elitlerin söylemlerinde yeniden kendini göstermeye başlamıştır Entelektüel kibir, Türkiye’de ve İran’daki seçkin sınıfın “ortak kültür mirası” etrafında buluşmasına mâni olmaktadır. Türkiye’deki kültür mahfillerinde, başta Farsça olmak üzere İran’ın ülkedeki kültürel etkisi inkâr edilmezken İran’daki tam tersi tutum, hatta zaman zaman İran’daki tanınmış bazı simaların Türkiye’nin kültürel açıdan zayıf olduğuna yönelik imaları anlaşılamamaktadır

İSTANBUL -UMUT BAŞAR- Sanılanın aksine, İranî kavimlerle Türkler arasındaki kültürel ilişkiler İslamiyet’ten öncesine uzanır. Bugut Yazıtı’na bakılırsa iki toplum arasındaki kültürel ilişkileri 6. yüzyıla değin götürmek mümkündür. İranlı araştırmacı İnayetullah Rıza ise “Sasaniler Dönemi’nde İran ve Türkler” başlığını taşıyan araştırmasında bu ilişkiyi daha da gerilere götürmeyi sağlayan bilgiler sunuyor. Bu bilgiler ışığında İslamiyet’ten önce Türkler ve İranlılar arasında Mâverâünnehir’de, tarihî İpek Yolunun etrafında, Alman Türkolog Lars Johansson’un deyimiyle bir temas/etkileşimden veya ortak yaşam alanından bahsedilebilir.

Bu ortak yaşam alanı İslamiyet’ten sonra da Batı’ya doğru kayarak devam etmiştir. Türklerin 11. yüzyıldan itibaren İran coğrafyasına yoğun olarak yerleşmesi ve akabinde Anadolu’ya geçişi, Horasan’dan Balkanlara uzanan geniş bir hinterlantta kültürel açıdan Türklerle İranlılar arasında bir iç içe geçme, başka bir deyişle “bütünleşme” oluşturmuştur. Bu durumun normal bir sonucu olarak Türkiye ve İran kültürel açıdan oldukça benzeşmektedir. Bu benzeşme esasen uzun süreli karşılıklı etkileşimin kültür sahasındaki tezahürüdür. Nitekim çoğu zaman müşterek kültürel ögelerdeki arketipin hangi topluma ait olduğunu saptamak zordur. Bu yüzdendir ki dilden edebiyata, musikiden mimariye, gelenek-göreneklerden hurafelere değin birçok kültür ögesindeki şaşırtıcı benzerlikler zaman zaman bilhassa kültürel elitler arasında anlaşmazlıklara yol açabilmektedir. Her iki ülkede ulus devlet inşa sürecinden sonra belirginleşen bu anlaşmazlıkların bir kısmı genelde ideolojik önyargılardan kaynaklanmaktadır.

- Bir şehir efsanesi

Pehleviler Dönemi (1925-1979) İran’da ulus devlet inşa politikasının mimarlarından Muhammet Ali Furuği’nin (1877-1942) Türkiye’deki büyükelçiliği (1927-1930) esnasında Mustafa Kemal Atatürk’ün (1881-1938) kendisine “Siz İranlılar milliyetinizin değerini ve anlamını, bir toprak parçası üzerinde kökleşmenin nasıl büyük nimet olduğunu bilmiyorsunuz. [Bir topluluğun] millet olabilmesi için insanlık tarihi ve medeniyetinde, edebiyat, felsefe ve siyaset sahasında süreklilik arz etmesi gerekir. Siz büyüklerinizin kıymetini [de] bilmiyorsunuz ve Şahname’nin azimetini kavrayamıyorsunuz ki bu kitap sizin milliyet sahibi olduğunuzun senedi ve hüviyet cüzdanınızdır. Ben [ise] Türk milleti için böyle bir mazi yaratmaya mecburum” şeklinde sözler sarf ettiğine dair iddialar bulunmaktadır. Atatürk ile Furuği arasında böyle bir mülakat geçtiğine dair Furuği’nin iki cilt hâlinde yayınlanan günlüğünde herhangi bir kayıt yoktur. Kazım Karabekir’le (1882-1948) gerçekleştirdiği sıradan görüşmelerini bile defterine kaydeden Furuği’nin bu denli özel bir konuşmayı atlaması akla uygun gelmiyor. Bu mülakatı Habip Yağmayi, Furuği’nin makalelerinin toplandığı külliyatın ilk cildinin giriş bölümünde kaynak vermeksizin, Furuği’nin Atatürk’ün “dostu ve mahremi” olduğunu da ileri sürerek yazmaktadır.

Buna mukabil Türkiye’deki arşivlerde Atatürk’ün İran büyükelçisine bu minvalde sözler sarf ettiğine dair bir belgeye de tesadüf edilmediği gibi, Atatürk’ün etrafındakilerin hatıratlarında da konuya ilişkin bilgi yoktur. Dolayısıyla ya böyle bir görüşme olmamıştır ya da bazı kalemler, İranlılara, modernleşme yolunda hızla ilerleyen kadim komşu Türkler karşısında itibar kazandırmak adına mizansen meydana getirmektedir. Bu sebeple Furuği’nin bizzat yazmadığı, üçüncü bir şahsın ise belge olmadan zikrettiği bu mülakata şüpheyle yaklaşmak gerekirken, Atatürk’ün sözde sarf ettiği cümleler, İran’da özellikle milliyetçi aydınlar için asırlık ön kabul hâlini almıştır. Tanınan kültür adamları, mevzu bahis Türkiye olunca bu sözde mülakata, yazı ve röportajlarında bizzat Furuği aktarmış gibi telmihte bulunmaktadır. Bu şehir efsanesi zamanla bir cenah nezdinde doğruluğu kesin bir hadiseye dönüşmüştür. Ancak üzerinde düşünülmesi gereken nokta, İranlıların köklü bir millet olduğunu ispat edebilmek için Atatürk’ten teyit almaya ihtiyaç duyulmasıdır.

- İran kültürünün “yağmalanması”

İranologlardaki yaygın kanaate göre genişliği Orta Asya’dan Balkanlara uzanan tarihteki “Kültürel İran’ın” muğlak sınırları, günümüzde büyük oranda Türk dünyasıyla kesişmektedir. Zaten yukarıda Türklerle İranlıların uzun zamandır aynı coğrafyayı paylaştığı söylenmişti. Bu coğrafyadaki kültürel birikimin toptancı bir şekilde, doğruluğu tartışmalı “Aryan Teorisi” üzerinden İran’ın hanesine yazılması izaha muhtaçtır. Batılı İranologların uzun zamandır işlediği bu teze, tarihin tozlu raflarında saltanatına meşruiyet arayan Rıza Şah (1878-1944) âdeta can simidi gibi sarılmış, oğlu Muhammet Rıza Şah (1919-1980) ise daha da ileriye giderek Ahameniş İmparatoru Büyük Kiros’un torunu olduğunu ispata girişmişti. 1979 İran Devrimi’ne değin devletin kültür politikaları bu anlayış üzerinden şekillenmiştir. Ne var ki devrimin ilk çeyreğine kadar İslam dünyasına beynelmilel mesajlar veren İran’da, 2000’li yıllardan itibaren, 54 yıl kadar süren keskin milliyetçi politikanın izleri, kültürel elitlerin söylemlerinde kendini göstermeye başlamıştır.

Burada dikkate değer olan ise milliyetçi entelektüellerin tarihteki ortak yaşam alanında tebellür eden kültür değerlerine karşı Pehlevi rejiminden miras aldıkları tekelci bakış açısıdır. Bu bakış açısıyla hem İran’daki hem hâlihazırda diasporadaki İranlı aydınlar tıpkı “Fars Körfezi” isminde olduğu gibi birleşmektedir. Mevlânâ Celaleddin Rumi’den Genceli Nizami’ye İbn-i Sina’dan Bîrûnî’ye kadar birçok tarihî şahsiyeti İran’ın inhisarına alma eğilimi, bu şahsiyetlerle iftihar etmek isteyen bölge ülkelerine karşı itiraz ve dahası suçlamalara zemin teşkil etmektedir. Suçlamaların başında ise köklü bir maziye sahip olmayan nevzuhur devletlerin İran kültür mirasını kendilerine tarihî bir dayanak bulmak maksadıyla âdeta “yağmalaması” gelmektedir. Önceleri daha çok İran kamuoyunu etkilemeye yönelik olan bu sübjektif söylem, son yıllarda tarihi bir hakikatmiş gibi sadece popüler yayınlarda değil bilimsel yayınlarda da sunulmaktadır. Bu konudaki örnekler sayılamayacak kadar çoktur.

Somutlaştırmak gerekirse Türkiye’de Farabi Evi’nin açılmasına, Hazreti Mevlânâ ile Şems-i Tebrizi’nin hayatına dair film çekilmesine, İbn-i Sina’nın heykelinin dikilmesine ya da Nizamülmülk konulu bilimsel toplantılar düzenlenmesine İranlı bir grup kültür-sanat adamından tepki gelmektedir. Daha da ilginç olanı, geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin hat sanatını UNESCO nezdinde Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi’ne kaydettirmesine İran Hattatlar Derneği’nin karşı çıkmasıdır. Oysa Türkiye’nin bu girişimi İran’ın aleyhine değildir. Konunun ilgilileri bilir ki söz konusu listeye başvuruları her ülke bireysel yapar ve bir ülkenin bir kültür mirasını listeye kaydettirmesi başka ülkenin aynı mirası kaydettirmesine engel teşkil etmez. Örneğin Türkiye’nin Hereke halısını söz konusu listeye aldırması İran’ın Tebriz halısını aldıramayacağı anlamına gelmez. Her ülke, kaydettirmek istediği kültür mirasına ilişkin dosyayı hazırlayarak başvurusunu yapar. Örneğin Manas destanını hem Çin hem Kırgızistan, lavaşı hem Ermenistan hem İran ayrı ayrı UNESCO’ya sunarak kabul ettirmiştir. O hâlde konunun İran’la alakası yokken Türkiye’nin hat sanatını listeye ekletmek istemesine İranlı kültür adamları neden karşı çıkmaktadır?

- Entelektüel kibir

Kaçarların son döneminde başlayıp Pehleviler döneminde somutlaşan İran’daki milliyetçi tarih yazımı, entelektüel cenahta üstüncü bir tarih bilincinin oluşmasına kapı aralamıştır. Bu bilinç ister istemez kendi doğrularını oluşturmuştur. Örneğin Ahmet Kesrevi’den tevarüs edilen, İran’daki Azerbaycan Türklerinin aslında Moğol istilasında Türkleşen İranlı kavimler olduğu fikri ya da Osmanlı Devleti’nin (1299-1923) Farsçayı resmî dil olarak kullandığı, bu meyanda doğru bilinen yanlışlardan bazılarıdır.

Bunların yanı sıra günümüze doğru yaklaştıkça farklı örneklerle karşılaşmak mümkündür. Mesela dünya genelinde izleyici sayısı bakımından Amerikan dizilerinden sonra ikinci sırayı alan Türk dizilerinin İran’da izlenmesi bir taraftan bilim insanlarının, diğer taraftan kültür sanat camiasındaki bazı isimlerin hoşuna gitmemektedir. Hatta bazı kültür adamları, İran’ın tabiri caizse varoluşsal düşmanı olan ABD’nin yapımlarından Türkiye’nin yapımları kadar rahatsızlık duymamaktadır. Çünkü Türkiye’nin İran toplumunun büyük bir kısmında ilgi uyandıracak kültürel bir eser ortaya koyabilmesi, birçok milliyetçi entelektüel için sindirilebilir bir durum değildir. Bu entelektüel kibir, Türkiye’de ve İran’daki seçkin sınıfın “ortak kültür mirası” etrafında buluşmasına mâni olmaktadır. Türkiye’deki kültür mahfillerinde, başta Farsça olmak üzere İran’ın ülkedeki kültürel etkisi inkâr edilmezken İran’daki tam tersi tutum, hatta zaman zaman İran’daki tanınmış bazı simaların Türkiye’nin kültürel açıdan zayıf olduğuna yönelik imaları anlaşılamamaktadır.

- Sonuç

Türkiye’deki araştırmacıların tarihten edebiyata, müzikten mimariye, felsefeden dinî bilimlere değin gerçekleştirdiği kültürel etkileşime dair çalışmalarda, İran’ın tonunun belirgin olduğu klasik döneme (Orta ve Yeni Çağ) yoğunlaşarak yenileşme dönemini ve günümüzü nispeten ihmal ettiği bir gerçektir. Bu ihmal, İranlı aydınların ortak yaşam alanındaki kültürel birikimin tek varisi olduklarına dair inançla birleşmiştir. Böylelikle, bazı kesimlerde kültürel ilişkilerde tek yönlü bir şekilde İran’dan Türkiye’ye bir akış olduğuna yönelik bir kanaat hasıl olmuştur. Ayrıca kamuoyu önünde bu yönde demeçler veren kültür adamlarının ön plana çıkarılması söz konusu kanaati perçinlemiştir. Oysa geçmişte de günümüzde de kültürel ilişkiler tek taraflı değildir. Türkler ve İranlılar arasında uzun süreli, istikrarlı barışçıl ilişkilerin bir getirisi olarak, iki toplum arasında kültürel birliktelik vücuda gelmiştir. Bu birliktelik çok yönlü bilimsel incelemelere hâlâ muhtaçtır ve aynı zamanda gelecekte de aynı coğrafyayı paylaşma arzusunun teminatıdır. Ne Türklerin ne de İranlıların kendi milliyet ve kimliğini birbirinin ötekisi/karşıtı şeklinde tanımlamasına lüzum vardır.

[Doktora derecesini Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nden alan Umut Başar İRAM Toplum ve Kültür Araştırmaları Masası’nda kıdemli uzman ve Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nde öğretim üyesidir]
Ana Sayfa
Manşetler
Video
Yenile