ANALİZ - Kaşıkçı Cinayeti Ve Körfez İttifakının Geleceği
Kaşıkçı olayıyla Muhammed bin Selman’ın liderlik imajı büyük hasar almış görülüyor. Arap dünyasında ayrı bir coğrafi, politik ve jeopolitik güç olarak konsantre olmaya çalışan “Körfez/Haliç İttifakı” ise zor bir dönemece girmiş bulunuyor Kaşıkçı olayıyla Suudi Arabistan’ın gerek Amerikalı gerekse İsrailli politik ve askeri elit üzerinde derin bir etki meydana getirdiği görülüyor. Bu kişiler, bir yandan bu kontrolsüz olayın Suudi yöneticilerin bilgisi dahilinde yapılıp yapılmadığını anlamaya çalışırken, öte yandan Suudi Arabistan’la oluşturdukları yeni güvenlik ve strateji konseptlerini bu yeni duruma göre nasıl güncelleyebilecekleri üzerine düşünüyorlar Suudi Arabistan’ın toplumsal görünümü modern bir ulusu andırmaktan oldukça uzak. Bu nedenle son yıllarda gerek Suudi elitleri gerekse genel anlamda Körfez yöneticileri, coğrafi merkezli bir Arap kimliğini yaygınlaştırma endişesindeler. Bunu yaparken de jeopolitik yarış ve dinsel ayrışmaları temel aldıkları görülüyor Kaşıkçı olayından sonra Arap ülkelerinin birçoğunun Suudi Arabistan’a destek mesajları iletmesinin ve liderlerinin Riyad’a gitmesinin arkasında da aslında “Arap dünyasının Körfezleştirilmesi” süreci yatıyor. Körfez elitlerinin çevrelerindeki ülkeleri askeri, diplomatik ve finansal yönden kendilerine bağımlı kılmaları, temel stratejik hedef olarak öne çıkıyor Mısır Arap politik kültürüne kazandırdığı (modernite, askeri darbeler, antikolonyalist mücadele, Arap milliyetçiliği ve İslamcılık gibi) bir çok kurum ve stildeki tarihsel pozisyonunu Körfez ülkelerine bıraktı “Araplar hakkında alınacak kararların başkenti” pozisyonu olan Riyad, şu soruyu cevaplamak zorunda olduğunu uzun vadede anlayacağa benziyor: Jeopolitik ve güvenlik konseptine farklı şekillerde rezerv koyan veya uyum sağlayamayan aktörlerle ortak bir yerde buluşmayı hedefleyen ikna stratejisi mi uygulanacak, yoksa bu aktörleri güç ve zor yoluyla kendi pozisyonuna mı yaklaştıracak?
Kaşıkçı’nın öldürülmesi üzerine epeyce bilgi ve doküman, kamuoyunun bilgisine sunulsa da, Kaşıkçı’nın ölümünden sonra artık nelerin eskisi gibi olmayacağı da merak konusu olmaya devam ediyor. Kaşıkçı’nın ne şekilde vahşice katledildiği, kriminoloji uzmanlarının asıl faillileri bulmaları için önemli. İpuçları ortaya çıkarken, konuya jeopolitika ve küresel siyaset sınırlılığında bakanlar için girdiler, değişkenler ve parametreler farklılık göstereceğe benziyor.
Bu kısa analiz denemesinde, Kaşıkçı ve onun profilini oluşturan unsurların cinayetin kurgusunda ne gibi anlamlar ifade ettiğine odaklanmaktan ziyade, Kaşıkçı olayının bölgesel jeopolitik ve siyasal liderlik üzerinde nasıl bir etki oluşturacağı konusuna odaklanmak temel kaygımız olacak. Kaşıkçı olayının küresel kamuoyunun ilgisini çektiği ilk günlerde, geleneksel ve sosyal medya kullanıcılarının ilk odaklandıkları aktör Veliaht Prens Muhammed Bin Selman (MBS) oldu. MBS veliaht prens koltuğuna oturduğu günden bu yana, geleneksel bir bürokrasisi olan Suudi Arabistan’da keskin toplumsal değişiklikler yapacağının ve dışarıda ise geleneksel Suudi jeopolitik kurgusundan ayrılacağının işaretlerini veriyordu. Fakat MBS bir yandan ülke içindeki, bir yandan da iç içe geçen bölgesel jeopolitiğin kompleks ve girift yapısıyla yüz yüze gelmek zorunda kaldı. Mesele sadece bir politik liderin dramatik toplumsal ve jeopolitik ters yüz olma durumlarında inatçı olmasını aşan tarihsel ve toplumsal yapıların belirleyiciliğinin önemini kavrayıp kavrayamamasıydı. Kısacası liderlik formasyonu ve stilinin etki kapasitesinin, yapısal ve makro değişkenlerin elverdiği ölçüde, kendisine pratik siyasal alanı açabildiğini söylemek mümkün.
Sistemler, süreçler ve kültürel normlar, liderlerin ve toplumların birbirleriyle olan ilişkilerinde temel belirleyiciler olarak ortaya çıkıyor. Peki, tüm bu kavramların ortasında, Kaşıkçı olayı nereye ve ne şekilde yerleştirilebilir? Suudi Arabistan jeopolitik olarak Arap yarımadasının kalbi konumunda desek abartmış olmayız: Kuzeydeki Levant’tan Aden körfezine, güneyde Arap denizine, batıdaki Kızıldeniz’den doğudaki Basra körfezine uzanan bir coğrafi alanda yer alıyor. Jeopolitik konumundaki bu önem, Suudi Arabistan’ı Ortadoğu’nun temel bileşenlerinin en önemli unsuru olan Arap toplumu üzerinde istisnai bir konuma yükseltiyor. Suudi Arabistan’ın iktidarının toplumsal ve jeopolitik kaynağı olarak din ve petrol de bu açılardan önem kazanıyor. Petrol fiyatlarındaki görece düşüş ve dinin toplum hayatındaki değişen rolü, özellikle 9/11 olayları sonrasında gelişen yeni makro yarılma hatları, bu iki önemli başlığa yeniden bakılmasını zorunlu kılıyor. Din ve petrol, Suudi Arabistan’da yeni ekonominin ve yeni toplumun oluşmasına yardımcı olurken, yeni lider formasyonunu da beraberinde getiriyordu.
Suudi Arabistan’ın toplumsal görünümü modern bir ulusu andırmaktan oldukça uzak. Bu nedenle son yıllarda gerek Suudi elitleri gerekse genel anlamda Körfez yöneticileri, coğrafi merkezli bir Arap kimliğini yaygınlaştırma endişesindeler. Bunu yaparken de jeopolitik yarış ve dinsel ayrışmaları temel aldıkları görülüyor. Kaşıkçı’nın öldürülmesi ise kimlik, uluslaşma ve bunların taşıyıcısı olarak liderin rolünün ve kapasitesinin sınanması açısından önem arz ediyor. Anlaşıldığı kadarıyla, Suudi Arabistan ideolojik ve jeopolitik rakibi İran’ı çevrelemek ve kendisine meydan okumasını engellemek gayesiyle Körfez’de tekçi bir politik sistem tahayyül ederken, konvansiyonel ortaklıkları aşacak şekilde, İsrail’le diplomatik ilişkilerini geliştirmeye odaklanıyor. Aslında İsrail’in çevreleme stratejisinin temel bileşeni olarak sadece Suudi Arabistan’ı saymak oldukça zor. Buna ek olarak Kafkasya’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da ve Afrika’da birçok ülke, aktör ve elitten oluşan ağ, İsrail’le yakın ilişkilerini farklı düzeylerde oluşturma faaliyeti içerisinde.
İsrail’in Filistinlilerle nihai bir anlaşma imzalamadan Arap dünyasıyla diplomatik ilişkiler kurma çabaları, sürpriz olmasa gerek. Suudi Arabistan ve İsrail arasında son dönemde belirginleşen ve bir nevi kamuoyu önünde icra edilen diplomatik yakınlaşmalar, veliaht prens MBS’nin Suudi Arabistan’da iktidar yetkisini eline almasıyla derinleşmeye başladı. MBS’nin İsrail’le ilişkisinde birçok faktörün devrede olduğunu vurgulamalıyız. Politik bir organizasyonu idare eden elit olarak MBS öncelikle kendi iç politik sisteminin istikrarından yana olmak zorunda. Ülkesindeki siyasal, toplumsal ve iktisadi ayrışmaları, yarılmaları ve dengesizlikleri idare edilebilir düzeye getirmeli. İşin jeopolitik kısmı ise hasım güçleri elimine etmek, nüfuz alanlarını ve ittifak halkalarını genişletmek üzerine kurgulanmalı. İsrail de MBS’nin bu makro-politik tahayyülüne epey uyum sağlayan bir aktör olarak öne çıkıyor.
Suudi Arabistan’ın ABD ve İsrail arasında jeopolitik manevralarını belirlerken, Kaşıkçı olayıyla, gerek Amerikalı gerekse İsrailli politik ve askeri elit üzerinde derin bir etki meydana getirdiği görülüyor. Bu elit, bir yandan bu kontrolsüz olayın Suudi yöneticilerin bilgisi dahilinde yapılıp yapılmadığını anlamaya çalışırken, öte yandan Suudi Arabistan’la oluşturdukları yeni güvenlik ve strateji konseptlerini bu yeni duruma göre nasıl güncelleyebilecekleri üzerine düşünüyorlar. MBS’nin gerek Vizyon 2030 projesinde gerekse kamuoyuna açık konuşmalarında, iktisadi ve toplumsal reformlara ve İran’ı çevreleme stratejisine sürekli vurgu yapması bilinen bir olgu. Bu son olayla MBS’nin pervasız ve durdurulamaz bir aktör olarak görünmesi, ülkesinin envanterine kattığı silahlarla neler yapabileceği sorusunu da akıllara getiriyor. Küresel aktörler Katar’ın izolasyonu, Kanada ile gergin ilişkiler ve en nihayetinde Kaşıkçı olayıyla, Suudilerin Amerikan kamuoyunun ve kongrenin politik olarak kabul edebileceği tüm düzeyleri aştığını düşünüyorlar.
ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Senatör Bob Corker’in son açıklamasında, Kaşıkçı olayında sorumluluğu MBS’ye yüklemesi ise oldukça önemli. Cumhuriyetçi elitler, Trump’ın dış politikasının önemli projelerden bir olan “Yüzyılın Anlaşması” ile İsrail-Filistin anlaşmazlığının nihayete ereceğini düşünüyorlardı. Suudi Arabistan’ın da finansal kaynakları ve politik ağları vasıtasıyla Filistinli yöneticileri ikna edebileceğine dair bir inanç vardı. Şu an ise başta Dış İlişkiler Komitesi olmak üzere Washington’ın önde gelen elitlerinin Suudi Arabistan’a silah satışlarını kısıtlama ve ABD’li yatırımcıları uzak tutma planları üzerinde çalıştıkları görülüyor. Ayrıca “Trump Doktrini”nin temel unsurlarından biri olan İran’la olası savaş veya çevreleme adımlarında, Arap ülkelerinden oluşacak askeri bir koalisyona MBS’nin önderlik etmesini gerekli görüyorlardı. Kaşıkçı olayıyla MBS’nin liderlik imajı büyük hasar almış görülüyor. Arap dünyasında ayrı bir coğrafi, politik ve jeopolitik güç olarak konsantre olmaya çalışan “Körfez/Haliç İttifakı” ise zor bir dönemece girmiş bulunuyor.
“Arap dünyası”, nüfusu Arapça konuşan toplumları ve onların ulus devletlerini ifade eden genelleştirici bir terim olarak karşımızda dursa da, gelişen ve belirginleşen yeni politik durum, bu dünyanın içinde de farklı kanatların ortaya çıktığını bizlere haber veriyor. Son yıllarda Arap dünyasında ilginç bir kayma göze çarpıyor: Kahire, Beyrut, Şam ve Bağdat merkez şehirler olmaktan çıkıp yerlerini Abu Dabi, Dubai, Doha ve Şarika’ya bırakıyorlar. Körfez bölgesinde, diğer Arap devletlerine kıyasla siyasi istikrar ve refah, ideolojik ve jeopolitik konularında tam entegrasyon ve bunu doğrular şekilde bölgesel organizasyon oluşturma ve onu da küresel çapta tanınır bir aktör haline getirme ısrarı, lider çevrelerinde görülüyor. Arap basınında “Körfez Zamanı” olarak nitelendirilen bu fenomen, her geçen gün kendini bölgesel siyasette ve zaman zaman küresel ölçekte hissettiriyor.
Kaşıkçı olayından sonra Arap ülkelerinin birçoğunun Suudi Arabistan’a destek mesajları iletmesinin ve liderlerinin Riyad’a gitmesinin arkasında da aslında “Arap dünyasının Körfezleştirilmesi” süreci yatıyor. Körfez elitlerinin çevrelerindeki ülkeleri askeri, diplomatik ve finansal yönden kendilerine bağımlı kılmaları, temel stratejik hedef olarak öne çıkıyor. Körfez ülkelerinin, hızlı bir ekonomik büyümeyi elde ederken bununla eşzamanlı olarak siyasal dinamizmi kurumsallaştırmada istekli davranmadıkları görülüyor. Kaşıkçı olayının Körfez’de kamusal alanda -Katar hariç- yanıt bulmaması da bu gerçeği doğrular nitelikte. Devlet egemenliği, güvenlik ve Haliç kimliği yaratma süreçleri, insan haklarındaki eksiklikleri, siyasal alanın vatandaş düzeyinde temsilinin yokluğunu, politik ağlar ve vatandaşlar arasındaki boşluğu kapatmaya yetmiyor.
Öte yandan, Körfez ülkelerinin askeri güce verdikleri önem, yumuşak-güç ağları oluşturmaları ve ekonomik yardımları bir zor aracı olarak kullanmaları, bu küçük ülkelerin Kuzey Afrika, Arap yarımadası ve Levant’ta hatırı sayılır bir siyasi güce ulaşmalarını sağladı. Devlet merkezli petrol girdili kapitalist bir ekonomiye sahip bu ülkeler, son yıllarda ekonomilerinin tek bir girdiye bağımlı olmasının uzun vadeli hedefleri için ciddi bir tehdit olduğunun farkına vardılar. Böylece, liberalleştirilmiş finans araçlar, özelleştirmeler, bilginin kontrollü yayılımı ve daha büyük tüketim havzaları oluşturmaya koyuldular.
Küresel kozmopolit elitlerin ve birçok eğitimli insanın çalışmak için Körfez ülkelerini tercih ettiği bilinen bir gerçek. Kaşıkçı olayıyla, kontrol edilemeyen ve temel insani değerleri aşan bir yaklaşımın ortaya çıkması, en çok da Körfez’de öbekleşen küresel kozmopolit elitleri endişelendirmişe benziyor. Riyad’ın geleneksel psikolojik ve jeopolitik pozisyonu ise sorgulanıyor. “Araplar hakkında alınacak kararların başkenti” pozisyonu olan Riyad, şu soruyu cevaplamak zorunda olduğunu uzun vadede anlayacağa benziyor: Jeopolitik ve güvenlik konseptime farklı şekillerde rezerv koyan veya uyum sağlayamayan aktörlerle ortak bir yerde buluşmayı hedefleyen ikna stratejisi mi uygulanacak, yoksa bu aktörleri güç ve zor yoluyla kendi pozisyonuna mı yaklaştıracak? Kaşıkçı olayı aslında bu sorunun cevabını arayanlar için önemli bir ipucu olarak görünüyor.
1970’lerin sonu, Arap dünyasında güç merkezlerinin kaymasının habercisi olan bir dönem olarak, tarihteki yerini almıştı. Mısır’ın 1979’da Camp David’de İsrail’le anlaşması, İran İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ve ertesinde bu iki önemli makro-politik gelişmeye cevap olarak Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın (GCC) 1981’de kurulması, bugünkü bölgesel jeopolitiği yapılandıran önemli hadiseler olarak duruyor. Mısır, Arap politik kültürüne kazandırdığı (modernite, askeri darbeler, anti-kolonyalist mücadele, Arap milliyetçiliği ve İslamcılık gibi) bir çok kurum ve stildeki tarihsel pozisyonunu Körfez ülkelerine bıraktı.
2011 Arap Baharı’nın Körfez’de eksikliği hissedilen siyasal dinamizme toplumsal bir gerçeklik kazandırmasıyla, Körfez monarşilerinin yeni güvenlik tehditlerinin ilk sırasına bu tür hareketleri yerleştirdikleri görülüyor. Kaşıkçı olayı ise büyük jeopolitik oyun içinde yer alan, küresel nüfuz kapasitesi olan bir unsur olarak görülebilir.
Körfez’in diplomatik, askeri ve finansal açıdan bir bütün olma arzusu ve ısrarı ise devam edeceğe benziyor. Küçük tacirlerin kurduğu bu devletlerin geleceği politik kültür, insan hakları, kamusal alan ve vatandaşlık gibi kavramlara, var olan trans-milliyetçilik (Halici/Körfezli kimliği) ve aşiret bağlarını aşan değerler, kurumlar ve liderler üzerinden anlamlar ve fonksiyonlar meydana getirip getiremeyecekleri ile doğrudan bağlantılı. Kaşıkçı olayını ise devlet, toplum ve jeopolitik eksenlerinde kendine yer bulmaya çalışan makro süreçleri test eden mikro hadise olarak yorumlamak rasyonel bir tercih olacağa benziyor.
[Kudüs İbrani Üniversitesi Truman Center’da ve Brandeis Üniversitesi Schusterman Modern İsrail Araştırmaları Merkezi’nde misafir araştırmacı olarak bulunan Gökhan Çınkara İsrail, Filistin siyaseti, Yahudi dünyası ve Ortadoğu toplumları ve siyaseti konularında akademik çalışmalar yürütüyor]