İSTANBUL -CENGİZ TOMAR- Türkiye’nin en önemli “yumuşak güç” unsurlarından olan dizilerin özgürlük, insan hakları, sosyal adalet ve demokrasi talebiyle 2010 sonlarında ortaya çıkan “Arap Baharı” süreçlerine etkisini fark eden, bu süreçlerin (meşruiyetleri kendilerinden menkul) emirlik, şeyhlik ve krallıklarını da tehdit ettiğini gören bazı Arap devletlerinin, Türkiye’yi taklit ederek tarihi diziler çekmeye başlamaları önemli tartışmalara sebep oluyor. Türkiye’de çekilen (ve pek çoğunun tarihi gerçeklerle uyuşup uyuşmadığı tartışılan) dizilerin hiçbirinde Arap ülkeleriyle ilgili herhangi bir konu işlenmezken (oysa Şerif Hüseyin’in İngilizlerle anlaşarak Osmanlı hilafetine isyanı ve nihayetinde İngilizler tarafından büyük bir sukut-ı hayale uğratılması çok iyi bir film veya dizi konusu olabilirdi) bazı Arap ülkeleri bu dizilerin gücünü fark ederek tamamen kurmacaya dayanan politik propaganda dizileri çekmeye başladılar. Türkiye’de, Arap ve Batı basınında bugünlerde tartışılan Ateş Krallıkları (Memalikü’n-nâr) bu dizilerin ilk örneğini oluşturuyor.
On dokuzuncu yüzyılda Batı’dan Osmanlı topraklarına ithal edilen milliyetçilik akımlarının Arap topraklarına gelmesiyle, Arapçada “nahda” (uyanış) adı verilen Arap milliyetçiliği başlamıştı. Nihayet Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler ve Fransızlar Osmanlı’dan devraldıkları Arap topraklarını (Şerif Hüseyin’e verdikleri sözün aksine) kendi nüfuz alanlarına böldüler. “Bilâd-ı Şam” olarak bilinen (bugünkü Filistin, Ürdün, Suriye ve Lübnan) bölgenin Fransızların nüfuz alanına düşen kuzeyi Lübnan ve Suriye şeklinde bölünürken, güneydeki Filistin, İngilizler tarafından Siyonistlere hediye edilerek İsrail kuruldu; Şerif Hüseyin’in oğlunun riyasetinde ise Ürdün Krallığı kuruldu. Körfez’deki petrol bölgeleri ise İngiliz himayesindeki küçük şeyhlikler ve emirlikler halinde 1970’lerde teşkilatlandırıldı. On dokuzuncu yüzyılda Fransız sömürgesine dönüşen ve soykırıma uğrayan Cezayir ile Tunus gibi devletlerin nasıl bu kadar kısa sürede “frankofon” hale geldiklerini ise kimse sorgulamadı.
Şüphesiz 400 yıl süren Osmanlı hakimiyeti Arapların tarihinde önemli dönemlerden biridir. İslâm’ın kutsal mekânları olmaları sebebiyle Mekke, Medine ve Kudüs'ün; İslam tarihinin bilim ve kültür merkezleri olmaları sebebiyle Bağdat, Kahire, Şam ve Halep'in; İslam’ın kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’in dili olması sebebiyle de Arapçanın Osmanlıların zihninde saygın bir yeri vardı. Henüz 15. yüzyıl sonlarından itibaren başlayan Portekizlilerin Arap topraklarını işgal çabaları, önce bir Türk devleti olan Memlukler ve ardından Osmanlılar tarafından engellenmişti; İspanya’nın kuzey Afrika’yı işgal çabaları ise yine Osmanlılar tarafından engellenmişti. Şayet Arap topraklarında "Osmanlı Barışı" (Pax Ottomana) olmasaydı, Araplar günümüzde (Endülüs’te olduğu gibi) İspanyolca ve Portekizce konuşan Katoliklere dönüşebilirlerdi. Nitekim söz konusu Arap toprakları ancak Osmanlı Devleti zayıfladığında, 19. ve 20. yüzyıllarda dönemin sömürgecileri Fransızların ve İngilizlerin eline geçmiş ve bir asırdan az bir zaman diliminde Fransızca ve İngilizce konuşur hâle gelmişti.
Hem oryantalistler hem de 20. yüzyıl Arap milliyetçisi tarihçiler Memluk ve Osmanlı dönemlerini daima inhitat (gerileme) devri olarak nitelendirdiler. Arap edebiyatı tarihlerinin büyük kısmı, Arap kültürünün Memluklerle birlikte gerileme dönemine girdiğini ifade ettikten sonra, Osmanlı dönemini keenlem yekün (sanki hiç olmamış gibi) tamamen görmezden gelmekte ve doğrudan Nahda dönemi adını verdikleri 19. yüzyıla geçmekteydiler. Bilimsel dayanaktan yoksun bu tavrın, yeni milliyetçilikler ve ulus devletlerin inşa süreçleri gibi pek çok nedeni vardı. Bu eserlerin Osmanlı döneminin tamamını “işgal”, “gerileme” ve “sömürgeci” olarak yorumlamaları, modern öncesi Osmanlı egemenlik anlayışını anlamamalarından neşet etmekte, tarihi 19. ve 20. yüzyılların milliyetçi anlayışıyla anakronik bir biçimde değerlendirmelerinden kaynaklanmaktaydı. Bunun bir sebebi kötü niyetse, diğer sebebi de sadece Arap yerel kaynaklarındaki yetersiz bilgilere ve Avrupalı seyyahların oryantalist eserlerine istinat etmeleriydi. Ancak özellikle 1980’li yıllardan itibaren, Osmanlı arşivlerinde bulunan, Arap topraklarıyla alâkalı on binlerce belge, mahkeme kaydı, vakfiyeler, mühimme defterleri ve sair evrakın kullanılması, bakış açısını tamamen değiştirmeye başlamıştır. Yerel kaynaklara göre oldukça tafsilatlı ve çok çeşitli olan bu yeni malzeme yığını, Osmanlılar döneminde Arap topraklarının ve şehirlerinin nasıl geliştiğini ortaya koymaktadır.
Bu kaynakların şu ana kadar tamamı olmasa da bir kısmının dahi incelenmesi, Osmanlı idaresinin Arap toprakları hususunda, iddia edilenin aksine, çok daha dikkatli olduğunu ve oraya ihtimam gösterdiğini ortaya koyuyor. Yine bazı iddiaların aksine, Osmanlılar eyaletlerin yönetimine ilgisiz kalmamışlar, Kahire, Bağdat, Şam, Halep, İskenderiye, Kudüs ve Trablus gibi büyük şehirleri mamur ve müreffeh hale getirmişlerdir. Osmanlı arşivlerindeki mühimme ve ahkâm defterleri bu tür kayıtlarla doludur.
Osmanlıların İslam kültürüne ve onun dili olarak gördükleri Arapçaya ihtiram gösterdiği, zamanın idari, siyasi ve sosyal şartlarına da uygun olarak, adem-i merkeziyetçi bir egemenlik anlayışı ile hiçbir zaman sömürgeleştirme politikası izlemediği, artık günümüzde hem Osmanlı arşivlerini kullanan Arap tarihçiler hem de Batılı tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Bilakis Osmanlılar bölgede uzun süren Osmanlı Barışı döneminde bir dünya ekonomisi oluşturmuş; dönemin Kahire, Şam, Halep ve Bağdat gibi tüm Arap metropollerinin nüfusları büyük artış göstermiştir. Halbuki klasik oryantalist ve Arap tezlerinde Osmanlı idaresi altında Arap şehirlerinin gerilediği ve hatta harap olduğu ileri sürülmekteydi. Bu görüşlerin tam aksine, Osmanlılar döneminde Arap kentleri istikrara bağlı olarak, ticaretin gelişmesi ve bunun devlet tarafından desteklenmesi sebebiyle büyük bir zenginlik yaşamıştı. Memluklerin üç önemli metropolü olan Kahire, Şam ve Halep asla Osmanlılar dönemindeki kadar geniş, zengin ve kalabalık olmamıştı.
Osmanlılar Arap coğrafyasındaki büyük şehirlerin Memluk siluetine hiç dokunmamış, kendi mimari üslubunu da buna uydurarak bir neo-Memluk üslup geliştirmişti. Şehirlerin genel yapısı bozulmadan, idareciler ve eşraf tarafından pek çok eser ve anıt yapılmış, buna karşın hiçbir zaman mevcut mimari üslup ve zevki baskılamak ya da her yere Osmanlı mührünü vurmak gayretkeşliği söz konusu olmamıştır. Bugün dahi Kudüs, Halep, Şam, Kahire, İskenderiye gibi şehirlere gittiğinizde, ince Osmanlı minareleri ve turkuaz çinileriyle zenginleştirilmiş bir Eyyubi-Memluk silueti göze çarpar.
Osmanlılar hâkim oldukları Arap kentlerini ne sömürgeleştirmiş ne de Türkleştirmiştir. Bu şehirlerde kültür ve dil dört asır boyunca Arap dili/kültürü olmuştur ve bu tutum Hıristiyan Balkanlar için dahi geçerlidir. Hıristiyanların yanı sıra Dürzilik, İsmaililik ve Nusayrilik gibi aşırı Şii mezhepler (Gulat) ile Ezidilik gibi farklı din mensupları, devlete isyan etmedikleri müddetçe, Osmanlılar döneminde herhangi bir takibata uğramamıştır. Bazı valilerin icraatı nedeniyle ortaya çıkan yerel isyanlar, bedevi saldırıları ve ferdî yanlış tatbikatlar asla devlet denetiminde bir genel uygulamaya dönüşmemiş, hiçbir zaman merkezi idare tarafından tasvip edilmemiştir. Zaten bu nedenle Arap bölgelerindeki Osmanlı idaresi 400 sene sürebilmiştir.
Türkiye’nin Arap Baharı süreçlerine ilham veren dizilerine misilleme olarak çekilen mevzubahis propaganda dizisi Ateş Krallıkları’nda verilen izlenimin aksine, Osmanlılar zaten bölgeyi Araplardan değil Türk ve Çerkez kökenli Memluklerden almıştır. Yazımızı her zaman olduğu gibi bir son sözle bitirelim: “Güneş balçıkla sıvanmaz.”
[Prof. Dr. Cengiz Tomar Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Rektör Vekili olarak görev yapmaktadır]
ANALİZ - Kurgu Ve Gerçek Arasında Açıklaması Osmanlılar Ve Arap Dünyası
Türk dizilerinin, meşruiyetleri kendilerinden menkul emirlik, şeyhlik ve krallıklarını tehdit ettiğini gören bazı Arap devletlerinin, Türkiye’yi taklit ederek tarihi diziler çekmeye başlamaları önemli tartışmalara sebep oluyor Şayet Arap topraklarında 'Osmanlı Barışı' olmasaydı, Araplar günümüzde (Endülüs’te olduğu gibi) İspanyolca ve Portekizce konuşan Katoliklere dönüşebilirlerdi Söz konusu Arap toprakları ancak Osmanlı Devleti zayıfladığında, 19. ve 20. yüzyıllarda dönemin sömürgecileri Fransızların ve İngilizlerin eline geçmiş ve bir asırdan az bir zaman diliminde Fransızca ve İngilizce konuşur hâle gelmişti