ANALİZ - Obama Ve Dalai Lama Görüşmesinin Hatırlattıkları
ABD Başkanı Obama'nın geçen hafta Tibet'in ruhani lideri Dalai Lama ile Beyaz Saray'da görüşmesi ve Çin yönetiminin görüşmeye yönelik sert tepkisi, Tibet konusunu yeniden uluslarası gündeme taşıdı Çin, ABD başkanı ya da diğer Batılı liderlerin Dalai Lama ile görüşmesini Tibet’in Çin toprağı olduğu yönündeki iddiasına muhalif bir girişim olarak değerlendirse de komünist bir ideolojiye dayanan Çin yönetiminin, bir dini grubun liderini belirleme hakkını kendinde bulundurması, söz konusu din ve o dinin mensupları üzerindeki siyasi baskısının bir göstergesi olduğu kadar, kendi içinde de çelişkili bir durum oluşturuyor 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren verdiği mücadeleyle başında bulunduğu hareketi yerel bir mücadele olmaktan çıkarıp küresel bir boyuta taşıyan Dalai Lama'nın Batı ülkelerinden gördüğü destek, salt bir sempati ya da Tibet’in egemenlik haklarına verilen destekten öte, giderek küresel bir tehdit algısına yol açan Çin'i kendi sınırlarına çekmesiyle de bağlantılı.
Geçtiğimiz haftanın ortasında yapılan görüşme, Çin’in çıkışı özelinde bir değerlendirmenin ötesinde, hiç kuşku yok ki başkanlığının son aylarını yaşayan Barack Obama’nın insan hakları ve dini azınlıklar konusunda sergilediği önemli bir duruş olarak anlaşılabilir. Görüşme için seçilen mekân da oldukça ‘incelikliydi’: Beyaz Saray’da siyasilerle görüşmelerde kullanılan ‘Oval Office’ değil de 'Harita Odası'nın (Map Room) seçilmesi, Çin’den gelecek tepkileri sembolik olarak engellemeye matuf bir girişimdi. Ama yine de bu toplantı, Çin gibi binlerce yıllık bir geçmişe dayanan, kendine has kültürü, gelenekleri ve dini ile Asya’nın özgün bir medeniyetini oluşturun Tibet’in siyasi varlığına dair bir hatırlatmayı da içeriyor.
- Çin’in egemenlik hakkının ihlali
Bu ve benzeri görüşmeler üzerine Çin hükümetinin verdiği tepkiler, temelde egemenlik haklarının ihlal edildiği iddiasına dayanıyor. Çin yönetimi yarım yüzyılı aşkın bir süredir Tibet’in kendi toprağı olduğunu, Dalai Lama’nın dini bir lider olmadığı halde, dini liderlik kisvesi altında siyasi bir lider olarak Çin’i bölmeye çalıştığını ileri sürüyor. ABD’nin veya başka bir Batılı liderin Dalai Lama ile görüşmesini ise Tibet’in Çin toprağı olduğu yönündeki iddiasına muhalif bir girişim olarak değerlendiriyor.
Çin’in Tibet topraklarında nasıl bir hak iddia ettiği ve bunu nasıl pratiğe geçirdiği konusu önemli. Tarihin uzunca bir döneminde bağımsız bir toprak parçası olarak varlığını korumuş olan Tibet, dönem dönem Moğolların ve çeşitli Çin hanedanlıklarının ve akabinde çok kısa bir süre de olsa, 19. yüzyıl sonlarında İngilizlerin siyasi egemenliğine girdi. Özellikle bu son dönem, Çin devleti tarafından, Tibet’in Çin’den koparılma süreci olarak algılanıyor ve bugün Çin yönetiminin Batılı devletleri Dalai Lama konusunda uyarmasının da temelini oluşturuyor. Öte yandan 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında yaşanan siyasi değişimler neticesinde Tibet bağımsız bir toprak parçası hüviyetine kavuştu. 1949’daki komünist devrimle birlikte, sadece ‘uzak’ tarihinde değil, 19. ve 20. yüzyıl başları gibi yakın tarihinde de maruz kaldığı istilalarla bir tür korunma psikolojisine bürünen Çin, Tibet gibi pek de o dönem uluslararası gündemde yer etmeyecek bir coğrafyayı ilhak girişiminde bulundu.
- Tibet’in ilhakı veya tarihi gerçekler
Çin’in Tibet’i işgal etmesinin temel savunması, tıpkı Güney Çin Denizi konusunda olduğu gibi ‘tarihe’ yapılan atıf. Ancak uluslararası arenada haklarını arayan Tibetliler ise ‘farklı’ bir tarihi gündeme getirmeye çalışıyor. Geçmişte dönem dönem ortaya çıkan Moğol ve Çin istilalarına rağmen bağımsızlığını koruyabilmiş olan Tibetliler, bu her iki yabancı topluluk içerisinde de Tibet Budizminin yayılması gibi kültürel bir etkileşimde etkin bir rol oynadılar. Yakın döneme gelindiğinde ise Tibet, 20. yüzyılın başlarında bağımsız bir ülke konumundaydı. Çin’in, bu çetrefilli tarihi süreçte bir dönem hakimiyet kurduğu Tibet’i, komünist devriminin ardından, yeniden kendi toprağı sayarak ilhak etmesi, bugüne kadar devam edegeldi. Başta Hindistan olmak üzere, çeşitli ülkelere göç eden on binlerce Tibetli’ye karşılık, geride kalan topluluk Çin hükümetlerinin uyguladığı iç göçler sonucunda, neredeyse azınlık konumuna geldi. Çin yönetiminin bu süreçte, Tibet’te nükleer silah üretip atıklarını gömmek gibi, hem doğa ve hem de insan sağlığını tehdit eden icraatları olduğu belirtiliyor.
Tarihi boyunca komşuları Moğollar ve Çinliler gibi dev ordularla değil ‘bilgeliğiyle’ ayakta kalan Tibet’in, bugün de aynı şartlarla karşı karşıya olduğunu söylemek mümkün. Dalai Lama’nın dünyayı gezerek siyasetçilerle ve toplum liderleriyle görüşmesi, Tibet hareketinin stratejisini oluşturuyor. Savaşı değil barışı öngören Dalai Lama, bu çerçevede Çin devletiyle ortak noktalarda buluşarak bir barış anlaşması yapılmasını talep ediyor.
- Tibet sürgün hükümeti
Çin’in II. Dünya Savaşı’ndan sonra, kendi güvenliğini tehdit etme ihtimali bulunan çeperindeki bölgeler üzerinde siyasi hakimiyet kurma politikası, Tibet’i de içine alacak şekilde genişlemiştir. Komünist devrimden sadece birkaç yıl sonra, yani 1950 yılında Çin’in Tibet’i ilhakı başladı. Pekin nezdinde çeşitli girişimlerde bulunup dönemin önde gelen siyasileriyle görüşmeler yapan Dalai Lama, Çin’in bildiğini okuması üzerine baş gösteren toplumsal ayaklanmadan sonra oluşan şiddet ortamı üzerine, 1959 yılında yaşadığı toprakları terk ederek Hindistan’ın kuzeyindeki Dharamshala’ya yerleşti. Bu süreçte dikkat çeken bir husus da, Dalai Lama’nın ‘pasif eylem’ yöntemini benimseyerek Hindistan’ın kuzeyindeki ‘Küçük Laksa’da yaşamını sürdürürken, sadece sürgün hükümetinin başında yer almakla kalmayıp, aynı zamanda seçimlerle bir sürgün parlamentosu da oluşturarak demokratik bir sisteme atıfta bulunmasıdır. Dalai Lama bu mücadelede Tibet’in önde gelen siyasetçileri ve entelektüelleriyle Hindistan’da faaliyet gösterirken, Batılı ülkelerde de temsilcileri ve bağlılarıyla dikkati çeker. ‘Tibet Sürgün Hükümeti’ adıyla anılan siyasi temsil kurumunun Hindistan’da bulunması, Çin-Hindistan ilişkilerindeki hassas noktalardan biridir.
Dalai Lama’nın Tibet’in bağımsızlığı ve Çin istilasından kurtulması için başlattığı mücadele, dönemin özellikleri dikkate alındığında sıradan bir hareket olarak değerlendirilemez. Aksine, sömürge sonrası dönemde artan siyasi bilincin ve özgürlükçü hareketlerinin bir parçası olarak kendine yer bulmuştur. Bu anlamda Dalai Lama’nın şahsında Tibet Budizminin, ‘pasif eylem’ olarak adlandırılabilecek bir direnişi yürüten özgürlükçü bir hareket olduğu görülür. Batılı siyasiler nezdinde kabul görmesi, aşağıda bahsedileceği üzere, Dalai Lama’nın siyasi bir lider olarak belirlediği ve temsil ettiği dini/geleneksel yapıya göre oldukça ‘liberal’ kalan yönelimle bağlantılı. Tabii ki bu kabulde siyasi bir desteğin yanı sıra, Batı’nın ‘mistik doğu’ geleneklerine yönelik oryantalist ilgisinin de rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Aradan geçen on yıllar içinde, ne Tibet temsilcileriyle Çinli yetkililer arasında yapılan çeşitli görüşmeler ne de BM tarafından 1959, 1961 ve 1965 yıllarında ortaya konulan çözümler bir anlaşmayla sonuçlandı. Dalai Lama’nın Obama’yla yaptığı son görüşmede ortaya konduğu üzere Tibet tarafı bağımsızlık değil, Çin yönetimiyle masaya oturup ‘gerçek’ bir otonom yapı kazanmayı hedefliyor. Bu otonom yapı içerisinde ise yukarıda ifade edildiği üzere ‘demokratik’ bir yönetimi öngörüyor.
- Dalai Lama: Bir ruhani lider
Dalai Lama Tibet Mahayana Budizminin ruhani lideri oluşu kadar, belki de bundan daha çok, anavatanının özgür bir yönetime kavuşması için verdiği mücadele sayesinde siyasi bir lider olarak tanınıyor. Dini-kültürel bir geleneğin uzantısı olarak ortaya çıkan Dalai Lama’nın, Buda’nın reenkarnasyonu olarak bugüne kadar varlığını sürdürdüğüne inanılıyor. 1950 yılında 15 yaşındaki Tenzen Gyatso bu silsilenin 14. mensubu olarak görevlendirildi.
Dalai Lama adı, pek de dünyevi çaba ve gayretlerle irtibatlı olmadığı varsayılan bir dinin, yani Budizmin kendi halinde bir rahibi olmaktan ziyade, siyasi hareketle birlikte anılır. Her ne kadar kendisini “Ben sıradan bir rahibim” diye tanımlasa da, Budizm öğretisinin Orta Asya’da, Tibet topraklarındaki varlığının temsilcisi ve Lamalar silsilesinin on dördüncüsü olan Dalai Lama, yarım yüzyıldır Çin hakimiyetine karşı Tibet’in bağımsızlığı için verilen siyasi mücadelenin de öncüsüdür. Saf dini inanç ile mücadeleyi şahsında bütünleştiren Dalai Lama, sergilediği duruşuyla, mensubu bulunduğu dine ya da siyasi harekete uzak duran kitlelerden bile ilgi görüyor.
- Bir Budist rahibin demokratik çıkışı
Dalai Lama’nın siyasi hayatı, Çin’in ilhak girişimiyle birlikte, dönemin Çinli yetkilileriyle yaptığı görüşmelerle başlatılabilir. 1960’lı yıllarda dikkati çeken tavrı ise sürgün hükümetine ‘demokratik’ bir yapı kazandırmasıyla üçüncü dünya ülkelerinin dini liderlerinden farklı bir duruşu olduğunu ortaya koymasıydı. Sürgün parlamentosu seçimle belirlenirken, Dalai Lama olası bir ‘Tibet özgürlüğünde’ siyasi bir hak talep etmeyeceğini de beyan ederek, nasıl bir siyasi yönetim istediğinin işaretlerini halkına verdi. Dalai Lama’nın sürgündeki icraatlarından belki de en dikkat çekeni, 1960’lı yılların başlarında, ‘gelecekteki’ bir Tibet devletinin anayasasını oluşturmak oldu. Budist ilkeler ve modern demokratik değerlerin birleşiminden doğan bu anayasa, şu ana kadar uygulama fırsatı bulunmasa da, salt bir yönetim meselesi olarak değil, Tibet siyasi kültürünün dönüşümünü belgelemesi anlamıyla da dikkat çekiyor.
1973 yılından itibaren Litvanya’dan ABD’ye çeşitli ülkelere, Vatikan’dan Canterbury Kilisesi’ne kadar çeşitli küresel dini kurumlara, sivil toplum kuruluşlarından üniversiteler kadar ‘seküler’ yapılara yaptığı ziyaretlerle uluslararası bir figür haline gelen Dalai Lama tüm bu süreçte, Tibet davası için destek arayışlarını sürdürdü. Şiddetten kaçınan ve diyalogu önceleyen siyasi yaklaşımı nedeniyle 1989 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
Dalai Lama’nın 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren verdiği mücadele, bu noktada yerel veya bölgesel bir mücadele olmaktan çıkıp küresel bir boyuta taşındı. Hindistan’da gördüğü kabulün ardından özellikle Batılı ülkelerden aldığı destek, salt bir sempati ürünü de değil. Başta Tibet’in geçmişi olmak üzere sahip olduğu egemenlik hakkı, o topraklarda hüküm süren toplumun insan hakları çerçevesi kadar, Çin gibi bölgesel ve giderek küresel bir tehdit algısına yol açan bir gücü kendi sınırlarına çekmesinin de bu süreçte bir rolü var.
- Komünist devlet Budizmi şekillendirmek istiyor
1949 yılında Çin devleti siyasi rejim olarak komünizmi belirlese de, kadim Çin geleneği ve bu geleneğin bugüne yansıyan yüzünde Budizm kaçınılmaz bir sosyal gerçeklik olarak kendini ortaya koyar. Dinlere yönelik tüm baskılara rağmen halkın ‘kültürel’ genetiğinde sahici bir yeri olduğu söylenebilecek ve adına ‘Çin Budizmi’ denilecek yapıyla Tibet Budizmi arasında ne türden bir bağdaşıklık ya da karşıtlık olduğu da sorgulanmayı hak ediyor. Bu çerçevede Çin yönetimi Dalai Lama’yı tanımadığı gibi, onun vefatının ardından gelecek Lama’yı da tanımayacağını açıkça ortaya koyuyor. Açıkçası komünist bir ideolojiye dayanan Çin yönetiminin, bir dini grubun liderini belirleme hakkını kendinde bulundurması, söz konusu din ve o dinin mensupları üzerindeki siyasi baskısının bir göstergesi olduğu kadar, kendi içinde de son derece çelişkili bir durum oluşturuyor.