ANALİZ - Yemen'de 'ARAMCO' Barışı
Dünyanın en büyük özelleştirme ihalesi olarak tanımlanan ARAMCO özelleştirmesi öncesinde gerginliği azaltarak Suudi petrol endüstrisine yönelik olası saldırılardan korunma isteği de Riyad'ı daha uzlaşmacı bir siyasete yöneltti Yemen’de BAESuudi taraftarı kesimler arasında imzalanan ve ülkede güç paylaşımını öngören anlaşma ne kalıcı bir bütünlüğe yol açacak ne de Riyad'ın diplomatik başarı hanesine yazılarak bölgede başarılı bir arabulucu olarak kabul edilmesini sağlayacak Bu anlaşma BAE ile Suudi Arabistan arasındaki ihtilafların kesin olarak çözülmesine de katkı sağlamayacaktır. Bunun sebebi, tarafların ortak bir güvenlik vizyonundan yoksun olmasıdır BAE ve Suudi Arabistan’ın farklı tehdit endişeleri ve çıkar motivasyonları iki veliaht prensin anlaşmanın imzalandığı salona el ele tutuşarak girmeleri ile çözülemeyecek kadar derin
Anlaşmanın imza töreni sırasında Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed ve Abdurabbu Mansur el-Hadi’nin salona el ele tutuşarak girmeleri bu anlaşmaya ayrı bir anlam kattı. Aynı zamanda anlaşma haberlerinin medyada yer bulmasını takiben ABD Başkanı Donald Trump ve Birleşmiş Milletler Yemen Özel Temsilcisi Martin Griffiths’in birer kutlama mesajı yayınlayarak bu anlaşmanın Yemen’de kalıcı barış için çok önemli bir adım olduğunu duyurmaları anlaşmayı küresel siyaset gündeminin ön sıralarına çıkardı. Anlaşmanın 14 Eylül’deki ARAMCO saldırıları ile Irak ve Lübnan’da son günlerde yaşanan ve İran’ın bölgedeki politik nüfuzuna yönelik bir tehdit olarak da yorumlanan sokak hareketlerinin peşi sıra ortaya çıkması bu anlaşmanın bölgede yeni bir dönemi başlatabileceği yorumlarına da neden oldu.
- BAE-Suudi ekseni ortak bir güvenlik vizyonundan yoksun
Arap Baharının başladığı 2010 yılından itibaren bölgesel meselelerde ortak hareket ederek bölgesel bir statükocu blok oluşturan BAE ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler geçtiğimiz aylarda Yemen başta olmak üzere bölgesel kriz alanlarında farklı yaklaşımların ortaya çıkmasıyla bozulmaya başlamıştı. Haziran ayında BAE tankerlerine yönelik saldırıların akabinde Suudilerin İran’ı suçlayan açıklamalarına karşın BAE’den farklı açıklamaların gelmesi ve bu saldırıları takip eden günlerde BAE-İran arasında gerçekleşen üst düzey görüşmeler, aynı dönemde BAE askerlerinin Yemen’den çekilmeye başlaması, ağustos ayında Yemen’de BAE’nin kontrolündeki Güney Geçiş Konseyi ile Suudi askerler arasında silahlı çatışmaların ortaya çıkması BAE-Suudi statükocu ekseninin dağılmaya yüz tuttuğu yorumlarına yol açmıştı.
Salı günü Yemen’deki taraflar arasında güç paylaşımını içeren anlaşmanın imzalandığı salona Suudi ve BAE prensleri el ele tutuşmuş vaziyette girerek iki ülke arasında ortaya çıkan ihtilafları örtmeye dönük bir çaba sergileseler de her iki tarafın ortak bir güvenlik vizyonundan yoksun oluşu iki ülke arasındaki gerginliklerin aşılmasını zorlaştırıyor. Örneğin Yemen meselesinde her iki aktör farklı bir güvenlik endişesi ve çıkar motivasyonuna sahip. Suudi Arabistan açısından Yemen’in güçlü bir rakip tarafından himaye görmesi (1962’de Nasır, 1970’li yıllarda Sovyetler ve 2010 sonrasında İran) veya ülkede devlet sisteminin çökmesi varoluşsal bir tehdit. Yemen’e yönelik Suudi politikası Yemen’i “zayıf ve bölünmüş” tutmaktır. Yemen’in ülke güneyi boyunca uzanan sorunlu sınırları, Kızıldeniz ve Hint okyanusundaki stratejik konumu, hızla artan nüfusunun dinamik yapısı, Yemen’in güçlenmesini Suudi Arabistan açısından ciddi bir tehdit kaynağına dönüştürme potansiyeline sahip. Suudilerin tüm servetleri Hürmüz boğazından geçen petrole bağlı olduğundan son yıllarda petrol taşıma güzergâhını Kızıldeniz’e doğru yönlendirmeleri Kızıldeniz’i ülke güvenliği için önemli bir güzergah haline getirdi. Jeopolitik konumu hem Kızıldeniz hem de Hint okyanusuna erişim için Yemen’i kilit önemde bir ülke kılıyor. Bu yüzden Suudi karar vericiler zayıf bir Yemen’i, Suudi toprak bütünlüğü ve ekonomik güvenliği açısından bir zorunluluk olarak kabul etmekteler.
Suudilerin aksine BAE için Yemen hiçbir zaman hayati bir tehdit kaynağı olmamıştır. Bu yüzden BAE Yemen ile daha çok ticaret ve ekonomi boyutuyla ilgilenmektedir. BAE’nin Mart 2015 tarihinden itibaren Yemen’e yönelik Suudi liderliğinde düzenlen askeri müdahale sürecinde Bab el-Mendeb boğazı ve Sokotra adası civarına yoğunlaşması ülkenin etkili su ve ticaret yolları üzerinde söz sahibi olma politikasın bir göstergesidir.
BAE’nin Körfez ve İran’dan algıladığı tehdit de Suudi Arabistan’dan oldukça farklı. Suudiler İran’ın İslam dünyasına liderlik iddiasını, Orta Doğu’daki Şiiler üzerinde politik nüfuz oluşturarak bölgesel statükoyu tehdit etmesini ve Irak, Lübnan, Suriye ve Suudi Doğu Vilayetindeki İran nüfuzunu varoluşsal bir tehdit olarak görüyor. Halbuki BAE açısından durum son derece farklı. BAE’de, Suudi Arabistan’ın aksine, İran’ın politik nüfuzunu yayabileceği etkili bir Şii nüfus bulunmuyor. Suudiler Körfez bölgesini tarihsel olarak kendi nüfuz bölgesi olarak görüp Körfez şeyhlikleri üzerinde hegemon olmak istedikleri için aslen Körfez bölgesindeki -BAE dâhil- küçük şeyhlikler için Suudi Arabistan hegemonyası İran’dan daha büyük bir tehdit. BAE, İran’ı bir tehditten ziyade iyi bir ticari ortak olarak görüyor ve bu sayede İran’la, ABD yaptırımlarına rağmen, çok büyük hacimli ticari ilişkiler geliştirebilmekte. Ağustos ayı başlarında BAE bankalarının, ABD'nin bankacılık yaptırımlarına rağmen, İran'la finansal işlemlere onay vermesi ve iki hafta önce İran’ın dondurulmuş 700 milyon dolarını serbest bırakması BAE’nin İran’la ticari ilişkilere verdiği önemin bir göstergesi. Körfez bölgesindeki gerginliklerin sıcak çatışmaya dönüşme ihtimali BAE’nin uzun yıllardır elde ettiği ekonomik kazanımları tamamen yok edebileceği için BAE gerginliğin tırmanması yerine iş birliğini kendi çıkarları için daha uygun bir politika olarak görüyor. Bu yüzden BAE ve Suudi Arabistan’ın farklı tehdit endişeleri ve çıkar motivasyonları veliaht prenslerin el ele tutuşarak salona girmeleri ile çözülemeyecek kadar derin.
- Suudilerin Yemen hamlesi ne anlama geliyor
Kral Abdullah’ın 2015 yılında ölümü ile boşalan Suudi tahtına Selman’ın oturması ülkede yeni bir dönemi başlattı. Ülke tarihinde ilk defa Suudi tahtına Kral Abdülaziz’in torunlarından biri (Muhammed bin Selman) veliaht olarak tayin edildi. Ülkede gerçekleştirilmesi düşünülen bu değişimi içerideki ve dışarıdaki aktörlerin kabullenmeleri için gelecekte Suudi tahtına oturacak genç prensin etkili bir politik vizyona sahip olması gerekiyordu. Bu süreçte Muhammed bin Selman Suudi tahtını garantilemek için üç strateji geliştirdi; Yemen savaşı, “ılımlı İslam” ve Vizyon 2030.
Yemen’e yönelik askeri müdahaleyle 2000’li yılların başından itibaren Suudi güvenliği için en ciddi tehdidin kaynağını ortadan kaldırmak en hızlı ve etkili stratejiydi. Altı ayda bitirilmesi planlanan Yemen operasyonu beşinci yılını bitirirken harcanan onca ekonomik/diplomatik/askeri kaynağa rağmen Suudilerin yenilgisiyle sonuçlandı. Bu süreçte Suudiler, Yemen’de kendi lehlerine politik bir düzen kurmakta başarısız oldular.
Ilımlı İslam projesi ise Batı kamuoyunda oluşan krallığın radikal terörizmin finansörü olduğu algısını yıkmak için etkili bir yoldu. Ayrıca genç veliaht ülkede dini otoritenin aşırı güçlenen otoritesini, gelecekte gerçekleştirilmesi düşünülen ekonomik hamleler için bir engel olarak da görüyordu. Örneğin Muhammed bin Selman Kızıldeniz sahilinde çok büyük bir turizm potansiyeli görüyordu. Buraya yapılacak yatırım sayesinde Suudi ekonomisi önemli oranda petrole bağımlılıktan kurtulabilir ve kalkınabilirdi. Halbuki ülkedeki dini yapılar eğlenceye, alkole ve turizme karşıydılar. “Dini radikalliğin kökünü kazıyacağız” söylemiyle yola çıkan genç veliaht bu şekilde zihinsel bir dönüşüme öncülük ederek ülkenin sosyoekonomik çehresini değiştirmeyi hedeflemişti.
Son olarak Vizyon 2030 programı Suudi Arabistan ekonomisinde kısa sürede hızlı bir dönüşüm hedefleyerek yakın gelecekte petrol gelirlerine bağımlı bir ekonomi yerine üretken bir ekonomi oluşturma projesiydi. Önemli oranda yabancı yatırımın bu süreçte Suudi Arabistan’a çekilerek ülke kalkınmasında motor işlevi görmesi hesaplanmıştı. Bu yüzden Muhammed bin Selman değeri 1,5-2 trilyon dolar olarak hesaplanan ARAMCO’nun özelleştirilmesine büyük önem veriyor.
Ancak aradan geçen beş yıla rağmen Muhammed bin Selman sayılan her üç projede de kayda değer bir mesafe alamadı. Uzun ve yıpratıcı askeri operasyonlara düşük seyreden petrol fiyatları eklenince ülkenin ekonomik görünümü bozulmaya başladı. ARAMCO saldırılarının ardından Fitch Ratings, jeopolitik riskleri gerekçe göstererek Suudi Arabistan'ın yabancı para cinsinden uzun vadeli kredi notunu A+’dan A’ya indirdi ve görünümü "durağan" olarak belirledi. Yaşanan tüm bu gelişmeler Suudileri bölgede gerginliği düşürmeye yönelik adımlara zorladı. Yemen’de varılan uzlaşma büyük oranda bu son dönemde yaşanan gelişmelerin bir sonucu gibi görünüyor. Bu uzlaşıya liderlik eden Suudi Arabistan’ın başlıca üç hedefi bulunuyor;
- Yemen’de BAE ile uzlaşarak koalisyonun tüm enerjisini Husi milislere yöneltmek. Bu şekilde Lübnan ve Irak’ta İran’ın politik nüfuzunu sarsan sokak hareketleri sonucu İran’ın bölgede zayıflayan pozisyonunu kendi lehine çevirmek.
- Bölgede çatışan taraflar arasında arabuluculuk rolü oynayarak askeri operasyonların ortaya çıkardığı psikolojik maliyeti azaltmak. Aynı zamanda başarılı arabuluculuk girişimleri ile Lübnan ve Irak’taki gerginlik alanlarında arabuluculuk rolü oynama niyeti sergileyerek bölgede profilini yükseltme çabası ve her iki ülkede Suudi yanlısı kesimleri diplomatik olarak destekleme arzusu; tıpkı 1989 yılında Suudilerin arabuluculuğunda gerçekleşen ve Lübnan iç savaşına son veren Taif Anlaşması’nda olduğu gibi. Bu anlaşma İran’ın Lübnan’daki politik nüfuzunu zayıflatarak ülke siyasetinde Suudi yanlısı Sünnilerin (Hariri ailesi) etkinliğini artırmıştı.
- Ülkeye azalan yabancı yatırımcı ilgisini canlandırmak. “Çölün Davos’u” olarak adlandırılan Suudi yatırım konferansında beklentinin altında kalan yatırım miktarı Muhammed bin Selman’ın gerginliği azaltacak politikalara yönelmesine yol açtı. Öte yandan dünyanın en büyük özelleştirme ihalesi olarak tanımlanan ARAMCO özelleştirmesi öncesinde gerginliği azaltarak Suudi petrol endüstrisine yönelik olası saldırılardan korunma isteği de ülkeyi daha uzlaşmacı bir siyasete yöneltti.
Salı günü Yemen’de BAE-Suudi taraftarı kesimler arasında imzalanan ve ülkede güç paylaşımını öngören anlaşma ne Yemen’de kalıcı bir bütünlüğe yol açacak ne de Suudi Arabistan’ın diplomatik başarı hanesine yazılarak bölgede başarılı bir arabulucu olarak kabul edilmesini sağlayacaktır. Bu anlaşma BAE ile Suudi Arabistan arasındaki ihtilafların kesin olarak çözülmesine de katkı sağlamayacaktır. Bunun sebebi, tarafların ortak bir güvenlik vizyonundan yoksun olmasıdır.
[Dr. Necmettin Acar Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır]