GÖRÜŞ - Fransa'da 'Bildiri Provokasyonu' Ve Siyasi Hedefleri
Fransa'da Kur'anı Kerim'in bazı ayetlerinin çıkarılmasının istendiği provokatif bildiriye imza atan üç yüz kişi, felsefi bir çıkarımdan, sosyolojik bir okumadan hareketle bu açıklamayı yapmış değil. Aksine, takınılan tutum son derece siyasi ve bir maksada yönelik Kudüs konusunda hassasiyetini ortaya koymuş olan İslam âlemini, bu denklemin sorunlu çocuğu olarak lanse etme çabalarının ilk adımı bu bildiri ile atılmış oldu Din, Fransız siyasal kültüründe siyaseten faydalı olacak şekilde dizayn edilebilir bir kurumdur. Fransız tarihi bu durumun onlarca örneği ile doludur Söz konusu metnin bunun için elverişli bir siyasal kültüre sahip Fransa’ya sipariş edildiğini düşünmek akla çok da uzak düşmüyor. Fransa, inşa edilecek bir imajın temellerinin atılması açısından çok elverişli bir zemin olarak bu siparişin hakkını veriyor
Ondördüncü yüzyılın henüz başında Papalık ile arasında yaşanan gerilim, Kral Güzel Philipp’i Papalık makamını dizayn etmeye sevk etmiş, Papalık makamı Roma’dan Fransa’nın Avignon şehrine taşınmış, Fransa kralı Papalık makamını adeta oyuncağı haline getirmişti. Aynı Philipp, iktidarına gölge düşüren Tapınak Şövalyeleri’ni bir gece ansızın yok etmişti.
Dini bir bağlılığın Fransa siyasetini yönlendirmediği, aksine, dinin Fransa çıkarları neyi gerektiriyorsa o tarafa evrildiğinin bir diğer örneği, Fransa’nın 30 yıl savaşlarındaki tutumudur. Avrupa’yı 1618-1648 yılları arasında kana bulayan mezhep savaşlarında Fransa, Protestanların tarafını tutmaktan çekinmemiştir. Oysa Fransa Adil Louis’in zaaflarından faydalanan Kardinal Richelieu tarafından yönetilmektedir ve Kilise’nin başı aynı zamanda devletin de başıdır. 1626 yılında La Rochelle kuşatmasında zırh giyen ve Protestan azınlığa, Fransa topraklarında en ufak yaşam hakkı tanımayan Richelieu, Fransa’nın çıkarını kendi mezhebinden yana görmez ve mezhepdaşlarına karşı Protestanların yanında yer alır. Bu durum öyle bir paradoks doğurur ki, Vestfalya barış görüşmeleri bir şehirde yürütülemez hale gelir. Katolik ittifakı, Almanya’nın Osnabrück şehrinde Protestanlar ile barış görüşmesi yürütürken, Münster şehrinde ise Fransızlar ile barış görüşmeleri yürütmek zorunda kalmıştır. Fransız İhtilali, kiliseye ait tüm malların müsadere edilmesiyle neticelenirken, Dominiken keşişlerinin mallarına el konmamış, faaliyetlerine dokunulmamıştır. Keşişler, özellikle Afrika’da yürüttükleri misyonerlik faaliyetleri ile devlet açısından kullanışlı kimselerdir. Neticede idareyi ele alan ve ihtilal sonrası kargaşaya bir son veren Napoleon Bonaparte, 1801 yılında Katolik Kilisesi ile bir Konkordanz Anlaşması imzalamış; anlaşma ile Kiliseden, devletin istediği sınırlar içinde kalma sözünü almıştır. Bu mantıktır ki, Fransız Laisizmini doğurmuştur. Fransız Laisizminin babalarından Ferdinand Buisson, dinin devlet açısından faydalı bir kurum olduğunu ve insanlara din aracılığı ile aktarılacak ahlaki değerlerin devletin işlerini kolaylaştıracağını savunur. Bunun yegane şartı ise, dinin “dogmasız, mucizesiz, papazsız” bir din haline getirilmesidir. Dinin doğaüstü tarafları törpülenmeli, ahlaki tarafları muhafaza edilmelidir.
- Asıl talep Kur'an'ın değil, Ortadoğu'nun değişmesi
İsrail’in tüm İslam alemindeki en sevimsiz figür olduğu muhakkak. Bununla birlikte söz konusu antipatinin nasıl doğduğunu anlamak hiç de zor değil. İsrail’in şiddet kullanımında hiçbir sakınım ortaya koymaması, Kudüs ve Mescid-i Aksâ ile ilgili emelleri bu antipatiyi doğuran âmiller. Dolayısıyla İslam âleminde aksiyoner bir antisemitizm olduğu iddiasını destekleyecek hiç bir veriye sahip değilken, reaksiyoner bir İsrail karşıtlığının var olduğunu destekleyecek pek çok emareye sahibiz.
Sürekli olarak ve her geçen gün daha da artırılan bir şımarıklıkla Filistinlilere hayatı zorlaştıran, günaşırı yaş gözetmeksizin bu insanların canlarını alan bir devlete karşı, İslam âleminden herhangi bir tepkinin yükselmemesi beklentisi, bu bakımdan hiç gerçekçi değil. Buna mukabil yükselen tepkinin, her defasında aynı yafta ile yaftalandığı şekliyle bir antisemitizm olmadığı da muhakkak. II. Dünya Savaşı sonrası cürümlerin en büyüğü kabul edilen antisemitizm, İsrail tarafından cürümlerinin herhangi bir surette eleştirilmesine karşı sürekli aktif olarak kullanılan bir zırh olarak karşımızda duruyor. Ancak mızrak artık çuvalı deldi. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Türkiye önderliğinde, İsrail’in Kudüs’ü başkent yapma kararına ve bu kararın Amerika tarafından desteklenmesine yönelik ortaya koyduğu tepki, Müslüman devletlerin absürt antisemitizm suçlamalarına rağmen aldıkları bir karardı.
Fransa’da antisemitizm karşıtlığı adına bir araya gelen üç yüz kişinin imzaladığı ortak bildiri dünyada ses getirdi. Bildiri, Fransa gettolarında Yahudilerin, Yahudi olmayanlara oranla daha fazla şiddete maruz kaldıklarını öne sürüyor ve bunun sebebi olarak da antisemitizmi gösteriyor. Antisemitizmin kaynağının ise Yahudilere şiddet uyguladıkları var sayılan Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim olduğu iddia ediliyor. Bu amaçla Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetlerin çıkartılması ve kutsal kitabın, Müslümanları şiddete sürükleyecek motivasyonlardan arındırılması talep ediliyor.
Böylesine provokatif bir çıkış, elbette İslam dünyasından sert bir reaksiyon gördü. Yapılanın ne büyük bir aymazlık olduğunu ortaya koyan siyasilerin yanı sıra, bildirinin doğruları dile getirmediğini ispat çabasına giren iyi niyetli gayretler de göze çarptı. Öte yandan bu çabaların, iyi niyetli olsalar da, anlamsız olduğu açık. Zira söz konusu bildiriye imza atan üç yüz kişi hakikaten felsefi bir çıkarımdan, yahut sosyolojik bir okumadan yola çıkarak böyle bir açıklama yapmış değil. Aksine, takınılan tutum son derece siyasi ve belli bir maksada yönelik. Haklılık, haksızlık izahı bu bakımdan bu denklemde hiç bir rol oynamıyor. Çünkü bildirinin altında imzası olanların hiç birisi hakikatin ne olduğu hakkında en ufak bir kaygı taşımıyor; aksine, zaten sahip oldukları kesin kanaatleri ile İslam âlemine yönelik siyasal bir baskı manevrasını ortaya koyuyor.
- Amaç, Müslümanları 'Kudüs hassayeti' denkleminden çıkarmak
Bu, bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir durum. Bilindiği gibi, Batılı ülkeler, yıllardır “Büyük Ermeni Soykırımı” adı ile yaydıkları algıyı siyasal saiklerle yaymakta; gerçekten böyle bir olayın yaşanıp yaşanmadığı hakkında ise en ufak bir kaygı taşımamaktadır. Her yılın nisan ayı, 'Ermeni soykırımının' bahane edilerek, Türkiye’nin uluslararası sahada köşeye sıkıştırılmaya çalışıldığı sahneler ile hatırımıza kazınmıştır. Eli, soykırımı tanıma tehdidi ile yükselten Batı’nın daha makul talepleri, Türkiye tarafından minnet ile kabul edilirdi. Vaziyet daha kritik bir hal alırsa imdada İsrail yetişirdi. İsrail lobisinin ‘şefaati’ ile Ermeni olayları bir yıllığına rafa kalkardı. Fransa’da kaleme alınan bildiri, aynı aklın benzer bir stratejisi olarak sahneye konmuş bir plan olarak karşımıza çıkıyor.
Kudüs konusunda hassasiyetini ortaya koymuş olan İslam âlemini bu denklemin sorunlu çocuğu olarak lanse etme çabalarının ilk adımı bu bildiri ile atılmış oldu. Müslümanların İsrail karşıtlığını, köklerini Kur’an’da bulan bir sapkınlık olarak lanse etmek, sorunlu olanın İsrail’in zulümleri, gaspları, cinayetleri değil, Müslümanların bizzat kendisi olduğu algısını meydana getirmeye yönelik bir çabadır.
Ortadoğu’da uzun süredir akan kanın, netice itibariyle İsrail’in ortada bir Filistin bırakmamacasına genişleme planlarına hizmet ettiği artık çok açık. Filistin’i yutan İsrail’in, Müslümanların mukaddes mekanlarını da orta vadede gasp etmeyi amaçladığı çok açık olarak karşımızda duruyor. 25 yıl önce El Halil Camii’nde akan kan, 25 yıl sonra bu mübarek mabedde Yahudi düğünlerinin tertip edilmesine varacak bir süreci başlattı. Mescid-i Aksa’dan sonra Filistin’de Müslümanların en büyük önem atfettiği mabed olan El Halil Camii’nin başına gelenler, Mescid-i Aksa’ya yönelik ne gibi planların İsrail’in gündeminde olduğuna bir örnek teşkil ediyor. Bu dönüşüme karşı ortaya konacak direnci gayrimeşru hale getirmenin yolu ise, direnecek olanlara, yani Müslümanlara temelden sorunlu bir imaj çizmekten geçiyor.
- Müslümanlara yönelik antisemitizm suçlamaları yayılabilir
Bu imajın startının Fransa’da verilmesi son derece anlaşılır bir durum. Bir akıl tarafından bu iş bir yerlere havale edilecekse, Fransa’dan daha uygun bir yer bulunamazdı, hele Nicolas Sarkozy gibi bundan sadece iki ay önce, 2005 seçimlerinde yolsuzluk yaptığı ve Kaddafi’den bağış aldığı gerekçesiyle gözaltına alınmış ve şartlı serbest bırakılmış bir eski cumhurbaşkanı elinizdeyken. Zira yukarıda da izah edildiği gibi Fransa, din mefhumunun sorunlu olduğu ve dinin siyasete uygun hale getirilmesi için onda değişiklikler yapılması gerektiği gibi absürt teklifleri yapabilecek bir siyasal kültüre sahiptir. Buna karşın, örneğin İngiliz siyasal kültürü yahut Alman siyasal kültürü, İslam alemine böyle bir tenkit yöneltmeyi mümkün kılmıyor. İngiliz siyaseti açısından böylesi bir tartışma, bir dine, dolayısıyla o dine inanan vatandaşlarına yönelik bir saldırı anlamına gelir ve ilk şiddetli tepkiyi kendi kamuoyundan görür. Alman siyaseti açısından ise böylesi bir konu Alman siyasetinin değil, felsefenin konusudur ve Müslümanların iç meselesidir. Müslümanlara antisemitizm ikazı yapmak ile kutsal kitabın değiştirilmesi teklifi arasındaki ayrım, Alman kafasınca hemen yapılacak bir ayrımdır. Fransa bu konuda ne İngiltere kadar erdemli ne de Almanya kadar doğru sınıflandırılmış bir siyasal kültüre sahiptir. Bu bakımdan, söz konusu metnin böylesi bir siyasal kültüre sahip Fransa’ya sipariş edildiğini düşünmek akla çok da uzak düşmüyor. Fransa, inşa edilecek bir imajın temellerinin atılması açısından çok elverişli bir zemin olarak bu siparişin hakkını veriyor.
Tüm bu yukarıdaki mukayeseleri yapmakla birlikte, Fransa’da startı verilen bu imaj çalışmasının yakın vadede Avrupa başta olmak üzere tüm Batı’da farklı şekillerde üretileceğini bekleyebiliriz. Elbette Fransa’nın haricinde hiçbir ülkeden kutsal kitabın değiştirilmesi gibi küstahça bir teklif gelmeyecektir; zira bu Fransa’ya mahsus bir had bilmezlik türüdür. Buna mukabil Müslümanların kültürlerinde Yahudi karşıtlığının kodlarını taşıdıkları gibi eleştirilerin çok yoğun şekilde dillendirilmesini bekleyebiliriz. Üstelik bu eleştirileri yaparken hiç kimse, Yahudi-Müslüman karşılaşmasında agresif olan ve şiddete başvuran tarafın Müslümanlar olmadığını; aksine her geçen gün malı elinden alınan, kanı akıtılan, çocukları zindanlara yollananın Müslümanlar olduğunu hatırlamayacak. Bir gece İsrail yine Gazze’yi bombalayacak, Ramallah’ta çocukları sokak ortasında kurşunlayacak, Mescid-i Aksa belki temellerinden yıkılacak; Batı televizyonları ise o gece Schindler’in Listesi’ni ekrana getirecek ve ‘sorunlu’ Müslümanların feryatları hiç kimsenin umurunda olmayacak. İşte bu üç yüz kişi, böylesi bir kıyametin yecüc-mecücü olarak tarihe geçecek.
[Politopsikoloji, sekülerizasyon teorileri, din-siyaset ilişkisi, Katolik teolojisi ve oksidental kültür alanlarında çalışan Taceddin Kutay Türk-Alman Üniversitesi’nde araştırma görevlisidir]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.