GÖRÜŞ - İsrail'in Alenileşen Körfez Politikası

İran'ın bir tehdit olarak çerçevelenmesi ve bu minvalde uzun yıllara yayılan güvenlikleştirilmesi neticesinde, Arapların tek bir çatı altında ortak hareket edebilmelerine imkan tanıyacak bir ittifak icat edildi Üye ülkelerin askeri yapılanmaları üzerinden gidilecek bir ortaklık, her ne kadar ucu açık bir biçimde Ortadoğu Strateji İttifakı (MESA) ya da daha anlaşılır bir analojiyle 'Arap NATO'su' olarak adlandırılsa da, sistematize edileceği süreçte çok çeşitli zorluklarla karşılaşılacağı da aşikar İsrail'in söz konusu ittifaka sunduğu katkı, tehdidin icadından, işlenmesine ve bir hedef olarak belirlenmesine kadar epey yer kaplıyor Körfez monarşileriyle İsrail'in son dönemde alenileşen ilişkileri, “bölgesel yalnızlık ve tecrit edilmişlik olgusunu aşmak” olarak isimlendirilebilecek önemli bir dış politika sütununa katkı sağlasa da, nihayetinde bir oksimorona dönüşüyor Bu ilişki biçiminin üreteceği sorunlu yapının bir başka boyutu, söz konusu ittifakın gerçekleşmesi ve olası bir kurumsallaşma halinde, orta ve uzun vadede Araplar arasında belirecek liderlik yarışının idare edilebilirliğidir İsrail açısından bir diğer sorun, özellikle Yemen'de ve son olarak Kaşıkçı cinayetiyle tescillenen uluslararası suçların doğrudan muhatabı Veliaht Prens Muhammed bin Selman ile geliştirdiği ilişkidir. Her ne kadar İsrail yönetici elitleri nezdinde “makbul” bir profil olarak kabul görse de bin Selman, an itibariyle kanatları kırılmış bir figürdür

İSTANBUL -CEYHUN ÇİÇEKÇİ- Son on yılda bölgesel panorama enteresan zikzaklara zemin oluşturdu. Özellikle ABD politikalarının ya da politik yetersizliklerinin eseri olarak okunabilecek süreçler, merkezinde İsrail ve Körfez monarşilerinin olduğu bir kısım aktörleri inisiyatif almaya zorladı ve bölgesel düzenin dönüşümüne vesile oldu. Bugün artık İsrail'in Körfez'deki küçük monarşilerle aleni ilişki kurması, buralarda gerçekleştirilen çeşitli seremonilerde boy göstermesi ve hatta milli marşını okutabilmesi, aşağıda kısaca anlatacağımız bağlamın net bir getirisidir.

- Bölgesel güvenlik rejimi

Obama'nın ikinci döneminde ABD'nin Ortadoğu politikasının bu bağlamda bizi ilgilendiren temel amacı, İran'ın nükleer faaliyetlerini kısıtlayabilmek ve kontrol edilebilir bir hale çekebilmek adına kurgulanmış ve nihai kertede İran bölgesel ve küresel düzene entegre edilmeye çalışılmıştı. 2015 yılındaki nükleer anlaşmaya giden süreç, yukarıda ismi anılan, ABD'nin bölgedeki müttefiklerini oldukça rahatsız etmiş ve ilgili ülkeler ABD'nin politik patikasına aykırı bir patikada, İran-karşıtı bir politik birlikteliğe doğru yol almaya başlamışlardı. Bu süreçte, imkansız görülen birliktelikler gerçek olmaya başlamış ve bugünlere kadar hiç bu denli yakınlaşmamış güçler, birlikte hareket etmeye başlamıştı. Elbette burada ima edilen taraflar İsrail ve Suudi Arabistan'ın başını çektiği geleneksel Arap monarşileriydi. 1979 yılından bu yana “ortak bir tehdit” mevcuttu. Fakat bu ortak tehdidi mükemmelen güvenlikleştirecek bir zemin yoktu. “Bahçede üremiş çalıların peyderpey temizlenmesi” gerekiyordu.

Bu aşamada üç ana kırılma noktasına ve akabindeki gelişmelere kısaca göz atmakta fayda var. 1991'de ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonun, Kuveyt'i işgaline müteakip Irak'ı iğdiş etmesi; 2003 yılında bu sefer ABD'nin Irak'ı işgal etmesi ve Saddam rejimini sona erdirmesi ve nihayet Arap Baharı'nın ürettiği normatif atmosferde beliren Arap demokratikleşmesinin boğulması ve Suriye'de Esad rejiminin patronaj talep edecek derecede küme düşmesi ve ülkesinin parçalanmanın eşiğine gelmesi. Bu üç olay ve meydana getirdikleri kırılma, uzun yıllardır Arap dünyası üzerinden kurgulanmaya çalışılan ittifakvari oluşumlara ya da İsrail'in ulusal güvenliğine hizmet edebilecek güvenlik rejimlerinin planlanmasına uygun bir zemin yarattı.

Öncelikle Saddam'ın pan-Arabist eğilimleri ve milliyetçi tonu, kendisini ve ülkesini iddialı ve fakat kabul görmeyen bir noktaya sürükledi. Bu aşamada, İran ile girdiği uzun ve yorucu savaşı, Arap-Fars mücadelesinin bir tezahürü olarak lanse etmeye özen gösteren Saddam, Arapların da bayraktarlığını yaptığı iddiasıyla, “Arap dünyasının lideri” vasfına erişmeye çalışmıştı. Kuveyt'i işgal ettiğinde, Arap milliyetçiliğine verdiği zarar kadar, iddia ettiği liderlik pozisyonunun da altını oymuştu. Kuveyt'in işgali akabinde Saddam rejiminin törpülenmesi, her şeyden evvel, Araplar arası ve belki İsrail'in de dahil olabileceği yeni bir birlikteliğin işaret fişeği olarak algılandı. 1990'lı yıllar, söz konusu beklentinin oluşturduğu atmosferle şekillendi. Oluşturulabilecek bir güvenlik rejiminin sınırları ve bölgesel güvenliğin üretilebileceği mekanizmalar tartışıldı. Hatta öyle ki İsrailli liderlerden Şimon Peres tam da bu tarihlerde “Yeni Ortadoğu” isimli kitabını kaleme aldı. Bu kitapla birlikte İsrail, “bahçedeki çalıların temizlenmesinden” güç alarak, bölgesel işbirliğinin ve dolayısıyla bir çeşit bölgeselleşmenin imkanlarını değerlendirmeye çalıştı.

Söz konusu 'bahçenin temizliği' bir türlü istenilen seviyelere ulaşamadı. Bir sonraki aşamada, yarım bırakılan iş tamamlandı ve Saddam rejimi alaşağı edildi. 2003 yılında gerçekleşen ve bugün artık tam anlamıyla bir istihbarat manipülasyonu olduğu alenen bilinen Irak işgali, ABD açısından doğurduğu maliyetler bir yana, bölgenin dönüştürülmesinde ve İsrail'in de merkezinde konumlandığı bir güvenlik tahayyülünün realize edilmesinde önemli bir safhayı simgeledi. Söz konusu işgalle birlikte, “ıslah çalışmalarından” vazgeçildiği ve revizyonist Arap rejimlerinin sembolik liderlerinin artık sahneyi terk ettiği bir süreç işliyordu.

Arap Baharı'yla birlikte Mısır'da beliren demokratikleşme emareleri, bugün de devleti yönetmekte olan Sisi'nin lideri olduğu bir askeri darbeyle tasfiye edilmiş ve İsrail Camp David'in sunduğu askeri güvenlik sektörünü ilgilendiren olanaklardan azami ölçülerde istifade etmeye devam edebilmişti. Buradaki demokratik kırılmanın süreğen bir hal alabilmesi, elbette ki İsrail açısından kabus senaryosuydu. Güvenliğin düşük maliyetle bölgeselleşebilmesi, demokratikleşmenin ürettiği doğal bir sonuçtu. Fakat İsrail söz konusu demokratikleşme dalgasına bir şekilde güvenmedi ve Enver Sedat'ın devamı niteliğindeki askeri figürlerle yoluna devam etmeyi tercih etti.

Arap Baharı Suriye kıyılarına ulaştığında ise olası bir demokratikleşme başarısının yine İsrail ulusal güvenliğine yönelik maliyetleri hesaplandı. Suriye'de Esad rejiminin yerine gelebilecek herhangi bir “radikal” unsurun, İsrail ulusal güvenliğini tehdit edebileceği ve İran'ın bölgede fazladan hareket kabiliyeti kazanabileceği temel korkulardandı. Bu korkular kısmen gerçekleştiyse de, Rusya'nın 2015 yılında denkleme dahil olmasıyla birlikte, İsrail de pazarlık yürütebileceği ortağına kavuşmuş oldu. Bugün artık Suriye'de revizyonist bir ailenin yönetiminden ziyade, Rus patronajına girmiş bir “lider” var. Bu durum “bahçenin çalılardan tamamıyla temizlendiğini” de imliyor.

Gelinen noktada, Arap siyasetinde “İran tehdidine” karşı ortak hareket edilmesine ve bir çeşit “Arap kalkanına” itirazı olabilecek bir lider yapısı mevcut değil. İran'ın bir tehdit olarak çerçevelenmesi ve bu minvalde uzun yıllara yayılan güvenlikleştirilmesi neticesinde, Arapların tek bir çatı altında ortak hareket edebilmelerine imkan tanıyacak bir ittifak da icat edildi. Söz konusu birlikteliklerin çeşitli versiyonları günümüze değin denenmiş olsalar da, bugün artık monarşik bir altyapının ürettiği söylemin baskınlığına şahit oluyoruz. Ayrıca geniş ölçekli değerlendirildiğinde, İsrail'in de bir parçası olacağı ve davranış kodlarının belirginleştiği bir güvenlik rejimi, bölgeselleşmenin de bir tezahürü olacak. Bölge devletleri, diyalog ve işbirliği noktasında belirleyecekleri normlar ve davranış kodları aracılığıyla ulusal güvenlik sorunlarına çözüm arayacaklar. Revizyonist girişimlerin tahayyül edilmediği bir atmosferde, İsrail'in konvansiyonel kaygıları da ortadan kalkmış olacak.

- Ortadoğu stratejik ittifakı

Üye ülkelerin askeri yapılanmaları üzerinden gidilecek bir ortaklık, her ne kadar ucu açık bir biçimde Ortadoğu Strateji İttifakı (MESA) ya da daha anlaşılır bir analojiyle 'Arap NATO'su' olarak adlandırılsa da, sistematize edileceği süreçte çok çeşitli zorluklarla karşılaşılacağı da aşikar.

Öncelikle ortak bir tehdidin nihai kertede üretilebilmiş olması, elbette ki bir ittifakın mihenk taşıdır. İlgili ülkeler işaretlenmiş ortak tehdide yönelik güç birliği içinde ortak hareket ederek tehdidi dengelerler ve caydırırlar. Fakat bugün geliştirilmeye çalışılan süreç, İran'ın dengelenmesinden ziyade, saldırgan bir realizmin sularında gezinerek Yemen gibi yeni askeri girişimlere olanak tanıyabilir. Bütün dünyanın gözleri önünde büyük bir insani trajedinin yaşandığı Yemen'de, Suudilerin öncülüğünde gerçekleştirilen askeri operasyonlar, ortada henüz tüzüğü bulunmayan bir gölge ittifakın dahi üretebileceği sonuçları göstermesi açısından oldukça ürkütücüdür. Kaldı ki NATO analojisi de bu aşamada işlevsiz kalmaktadır. NATO, Sovyetlerin başını çektiği Varşova Paktı'yla herhangi bir sıcak çatışmaya girmemişti. Daha ziyade, sahip olunan nükleer silahlardan mütevellit “dehşet dengesi” vasfıyla donuk bir siyasal panoramaya, dengelemeye ve caydırıcılığa imkan oluşturmuştu.

Lakin NATO benzeri bir yapılanma, salt ortak tehdidin ürettiği bir karşıtlığa da indirgenemez. NATO (en azından ortaya çıktığı Soğuk Savaş koşullarında) “hür dünyanın toplanma merkeziydi”. Liberal demokrasilerden oluşan yapısıyla örgüt, aslında konstrüktivist bir sürecin dışavurumuydu. Bir diğer ifadeyle, üye ülkelerin liberal demokratik yapıları, NATO'nun kimliksel bir pozisyon almasına da vesile oluyordu. Varşova Paktı'nın dağılmış olmasına rağmen, NATO'nun hâlâ ayakta kalabilmesinin bir kısım gerekçesi de budur. Bugün Suudi Arabistan'ın başını çektiği gözlemlenen yeni girişimin, benzer bir kimlik kaygısının olduğu epey tartışmalıdır. Varsa dahi bu kimliğin ekseni, anakronik ve anti demokratik bir monarşidir.

- İsrail'in paradoksları

İsrail'in söz konusu ittifaka sunduğu katkı, tehdidin icadından işlenmesine ve bir hedef olarak belirlenmesine kadar epey yer kaplıyor. Körfez monarşileriyle son dönemde alenileşen ilişkileri, “bölgesel yalnızlık ve tecrit edilmişlik olgusunu aşmak” olarak isimlendirilebilecek önemli bir dış politika sütununa katkı sağlasa da, nihayetinde bir oksimorona dönüşüyor. İsrail bir yandan iddia ettiği “demokrasi adacığı” söyleminin hilafına, bölgesindeki anti demokratik rejimlerle askeri bir işbirliğine gitmekte ya da bu işbirliğinin fikri sponsoru olmakta herhangi bir beis görmüyor. Demokratik bir rejim dış politikasındaki stratejik hatları belirlerken kimliğinden ayrı düşemez. Nihayetinde ulusal politik yapı, dış politikanın kaynağını oluşturur ve söylem-pratik düzlemini belirler. Bu minvalde beliren soru, İsrail'in gerçekten bir demokrasi olup olmadığıdır. Dış politikasına bakıldığında demokratik nitelikleri o kadar flulaşıyor ki seçmekte zorlanılıyor.

Bu ilişki biçiminin üreteceği sorunlu yapının bir başka boyutu ise söz konusu ittifakın gerçekleşmesi ve olası bir kurumsallaşma halinde, orta ve uzun vadede Araplar arasında belirecek liderlik yarışının idare edilebilirliğidir. İsrail'in belki de bugünden üzerinde düşünmesi gereken temel konulardan biri de budur. Konjonktürel olarak cari devlet dizilimi, orta ve uzun vadede dönüşebilir ve üye ülkelerin güç kapasiteleri değişebilir. Özellikle de Mısır ve Suudi Arabistan arasında yaşanacak bir liderlik çekişmesi -ki tarihte bunun örnekleri mevcuttur- olası kurumsallaşmanın önündeki temel engellerdendir.

Ayrıca söz konusu Arap devletlerinin ortak bir çatı altında güç birliğine gitmesi, bugün belki İran tehdidi özelinde hareket etmelerine sebep oluyorsa da, orta ve uzun vadede enerjilerini ortaya çıkabilecek yeni politik yönelimlere harcamayacaklarının da herhangi bir garantisi bulunmamaktadır. İran tehdidinin bertaraf edildiği olası bir durumda, söz konusu ittifakın sürdürülebilmesi için yeni bir ortak tehdide ihtiyaç duyulacaktır. Bu yeni ortak tehdidin İsrail olmayacağına dair bir garanti mevcut mudur? Kaldı ki ilgili ülkelerin silah alımları ve askeri kapasitelerinin artırılması, İsrail'de defalarca bu bağlamda gündeme gelmiş bir konudur. Şimdi ulusal çaptaki alımlardan da öte, ilgili devletlerin askeri yapılanmalarını entegre edecek bir girişimden bahsediyoruz. İsrail'in günümüz yönetici elitleri Mısır ile Suriye 1958'de birleştiğinde İsrailli liderlerin ne hissettiklerini biliyorlar mı? Benzer bir duyguyu tatmaya hazırlar mı?

Son olarak, İsrail açısından bir diğer sorun, özellikle Yemen'de ve son olarak Cemal Kaşıkçı cinayetiyle birlikte tescillenen uluslararası suçların direkt muhatabı olarak Veliaht Prens Muhammed bin Selman (Mbs) ile geliştirdiği ilişkidir. Her ne kadar İsrail yönetici elitleri nezdinde “makbul” bir profil olarak kabul görse de MbS, an itibariyle kanatları kırılmış bir figürdür. Prens siyasal kariyerini devam ettirebilecek olsa dahi İsrail, söz konusu ittifakın bir parçası olması hasebiyle bahsi geçen suçların ortaklığına soyunarak, yine dış politikasının temel parametrelerine aykırı bir güzergaha sapmış olacak. Dış politikasında çok boyutluluğun ve geniş bir ölçekte uluslararası tanınma/kabulün önemli bir gündem maddesi olduğu ülke, anılan ilişkinin derinliği sebebiyle, kuvvetle muhtemel hususiyetle Avrupa merkezli yoğun eleştirilere muhatap olacak. Bu da beraberinde, İsrail'in üzerine titrediği “meşruiyetine” halel getirecek, zaten Filistin sorunu bağlamındaki kabarık sicilini de katmerleyerek tescil edecek.

["Arap Baharı Sonrası İsrail Dış Politikası: Kavram, Bağlam, Pratik ve Kuram" kitabının yazarı olan Ceyhun Çiçekçi Bandırma 17 Eylül Üniversitesi’nde öğretim görevlisidir]

“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Ana Sayfa
Manşetler
Video
Yenile