GÖRÜŞ - Kraliyet-Halk Dikotomisi Üzerinden Ürdün Hükümetini Anlamak
Ürdün monarşisi, İsrail’in Kudüs kararı sonrası kraliyete ve hükümete öfkeli olan halkın, başka sebeplerden güç alarak daha da öfkelenmesinin önüne geçmeye çalışıyor Ürdün’de Arap Baharı sonrası Müslüman Kardeşler’in bütün dalları kapatılarak ülkede İslamî meselelere duyarlı toplumsal sermaye azaltılmaya çalışıldı. Ancak bu hareketten ayrı bir yapıda olmasına rağmen, Selefîlerin de yüksek bir toplumsal sermayeye sahip olması, Monarşi’nin en büyük çekincelerinden birisi haline geldi Bir taraftan sorumluluğu üzerinden atmaya çalışan ve gücü elinde tutan bir Monarşi, diğer taraftan neredeyse bütün olumsuz gelişmelerde sokağa dökülen bir kitle arasında sıkışıp kalan Ürdün hükümet(ler)inin, çoğu zaman istifa etmek dışında bir seçeneği olmuyor Ödemeler dengesinde senede ortalama 4 milyar dolar cari açık veren Ürdün ekonomisinin, dış ticaret açığını 10 milyar doların altında tutamaması başlıca sorunlardan birisi Ürdün’de ortaya konulan “paravan” demokrasisi, temel anlamda Monarşi ve Ürdün halkının bir “sosyal kontratı” olarak anlaşılmalı. Diğer bir deyişle, Ürdün monarşisi ve halkı arasında, hükümetleri ve başbakanları ötekileştiren, düşmanlaştıran bir yönetişim mutabakatı var gibi görünüyor Ürdün kraliyeti adına en rasyonel olan devlet davranışı, kısa vadede halkın taleplerini karşılamaya çalışarak siyasi sistemin içini boşaltmak yerine, güçlü bir hükümet kurarak bu olgunun Ürdün siyasasında kurumsallaşmasını sağlamak ve Ürdün ekonomisini içinde bulunduğu bu durumdan birlikte kurtarmaya çalışmaktır
Anlaşmanın ilgili maddeleri incelendiğinde, Ürdün-İsrail barış anlaşmasının “Uluslararası Sınırlar” bendinde bulunan sekizinci ve dokuzuncu maddelerin, Ürdün sınırlarına ait iki beldeyi İsrail’in kullanımına açtığı görülüyor. Ürdün bu maddelere göre Bakura (Nahereym) ve el-Ğamr (Sofer) bölgelerine de, bu anlaşma öncesinde İsrailliler tarafından satın alınmış tarım arazileri olduğundan, İsraillilerin bu topraklara serbest giriş çıkış yapması adına bazı imtiyazlar sağlıyor. Bakura ve el-Ğamr bölgelerinde sağlanan imtiyazlar, anlaşmanın Ek-1 dosyasının Ek-1 (b) ve Ek-1 (c) bendinde farklı olarak ele alınmış.
Bakura beldesi Ürdün’ün kuzey sınırında yer alan küçük bir tarım beldesi. Ürdün ve Yermük nehirleri arasında kalan (İbranice “iki nehir arasında” anlamına gelen Nahereym ismi de buradan gelir) küçük ancak tarıma elverişli bir belde olmasından dolayı, 1930’lu yıllarda Yahudiler tarafından değerli görülmüş ve buradaki araziler satın alınmaya çalışılmıştı. Aslen Ürdün toprağı olan bu beldeye Yahudilerin girebilmelerini sağlayan olgunun ise İngiltere mandasında Yahudilere bu tarz bölgelerde alan açılması olduğu söylenebilir. 1994 barış anlaşmasının Ek-1 (b) bendi, bu toprağın hukuken Ürdün egemenliğinde olduğunu, ancak İsrail’e burada toprak sahibi olmasından dolayı çeşitli imtiyazlar tanınacağını taahhüt ediyor. Bunlardan bazıları, toprak sahiplerinin “minimum resmi işlem” ile bu bölgeye girip çıkmalarını, toprak sahiplerinden tarımla alakalı herhangi bir vergi alınmaması ve bu bölgeye dışarıdan çöp boşaltılmaması. Ayrıca diğer bir önemli madde, bu bölgede yaşanacak olan gayrihukuki olaylarda, tarafların hepsi İsrailli ise Ürdün ceza hukukunun değil İsrail ceza hukukunun geçerli olması. Bu durum biraz da Osmanlı Devleti’nin diğer devletlere kendi vatandaşlarını ilgilendiren meselelerde hukuki imtiyaz tanımasına benziyor. Böyle bir imtiyaz, bir ülkenin vatandaşlarına, başka bir ülkede suç işlediğinde kendi hukukuna göre yargılanma şansı sunarken, bu devlet İsrail gibi vatandaşlarına ceza vermekten kaçınan bir yapıda olunca soruna dönüşebiliyor. Ayrıca Yahudi olmayan kişilerin de Bakura’dan toprak satın almak için Ürdün hükümetinden özel bir izin almaları gerekiyor. Böylece Yahudi olmayan kişilerin buradan toprak satın almaları da zorlaştırılmış.
Anlaşma metninde İsrail’in kullanımına açılan diğer bir bölge ise el-Ğamr (Sofer) bölgesi. Akabe körfezinin kuzeyinde bulunan Sofer, Ben-Gurion döneminde (1949-53) Yahudilerin daha çok güvenlik amaçlı yerleştikleri bir bölge. el-Ğamr Negev çölünün nispeten yerleşime daha uygun bölgesinde ve Ürdün-İsrail güney sınırının oldukça stratejik bir noktasında yer alıyor. Ben-Gurion döneminde “Nahel” ismiyle kurulan paramiliter bir grup, İsrail’in “tehlikeli” sınırlarına yerleşerek burada hem tarım yapıp hem de İsrail’in güvenlik çevresini oluşturmayı amaçlamıştı. 1975 yılında ise bir nevi “Yahudi komünist” şehirleşme yöntemiyle “Moşevim”e (her bireyin aynı ve sabit büyüklükteki bir tarım arazisine sahip olduğu Yahudi yerleşim tipi) dönüştürüldü ve daha çok çiftçi ve işçi sınıflarına ait bir toprak parçası haline geldi. Burada kurulan yerleşimler ve tarım faaliyetleri bahane edilerek, Ürdün-İsrail barış anlaşmasında, bu bölge yine Bakura’da olduğu gibi, fiilen İsrail’in kullanımına, hukuken ise Ürdün egemenliğine bırakılmıştı.
Anlaşmanın yürürlüğünün 25 yıl olacağı ve daha sonra taraflardan birinin aksini talep etmemesi durumunda otomatik olarak uzatılacağı üzerinde uzlaşılmıştı. Ürdün kralının “zamansız” gibi görünen çıkışına yönelik soruların cevabı ise tam olarak bu uzlaşmada saklı. Ürdün-İsrail barış anlaşmasına göre, taraflardan biri anlaşmanın veya herhangi bir ek maddesinin yürürlüğünü uzatmak istemediğinde, bunu anlaşmanın otomatik olarak yenileneceği tarihten bir sene önce (ki bu durumda bu tarih 2019 oluyor) alenen dile getirmelidir. Anlaşmanın bu şekilde yapılmasının sebebi ise diğer tarafa bir senelik bir müzakere penceresi açmaktı.
Ürdün siyasasını son dönemde çıkmaza sokan birçok gelişme yaşandı. Özellikle IMF’den alınan borçla ilişkili ekonomik reformlar uygulanmaya çalışıldığı her tarih diliminde Ürdün’de gösteriler yapıldı. Ürdün monarşisi de İsrail’in Kudüs kararı sonrası kraliyete ve hükümete öfkeli olan halkın, başka sebeplerden güç alarak daha da öfkelenmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Ürdün’de Arap Baharı sonrası Müslüman Kardeşler’in bütün dalları kapatılarak, ülkede İslamî meselelere duyarlı toplumsal sermaye azaltılmaya çalışıldı. Ancak bu hareketten ayrı bir yapıda olmasına rağmen, Selefîlerin de yüksek bir toplumsal sermayeye sahip olması, Monarşi’nin en büyük çekincelerinden birisi haline geldi. Bu anlamda Kraliyet mesuliyeti kendisinden başka bir yürütme organına (ki bu çoğu zaman hükümet oluyor) yüklemeye çalışırken, Ürdün halkı ve özellikle de Filistin kökenli kesim, bütün bu gelişmelerin hesabını soracak bir sorumlu arayışında.
Bu durumda, bir taraftan sorumluluğu üzerinden atmaya çalışan ve gücü elinde tutan bir Monarşi ve diğer taraftan neredeyse bütün olumsuz gelişmelerde sokağa dökülen bir kitle arasında sıkışıp kalan Ürdün hükümet(ler)inin, çoğu zaman istifa etmek dışında bir seçeneği dahi olmuyor. Ürdün ekonomisi, temel anlamda gelişmemiş vergi sistemi, Monarşi’nin müdahaleleri sebebiyle gerçekleşmeyen reformlar ve son 5 yılda ortalama yüzde 2,4 ekonomik büyüme oranı dikkate alındığında, yıllardır alarm sinyalleri veren bir yapıya sahip. Ürdün kralının neredeyse her ziyaretinde uluslararası topluma ilettiği, Ürdün’e sahip çıkılmadığı yönündeki eleştirileri de, ülkeye yılda en fazla 4 milyar dolar mali yardım çekebiliyor. Ülke ekonomisini çok zorlayan diğer bir durum ise dış borcun GSYH’ye oranının yüzde 95’i geçmiş olması. Ödemeler dengesinde senede ortalama 4 milyar dolar cari açık veren Ürdün ekonomisinin, dış ticaret açığını 10 milyar doların altında tutamaması da başlıca sorunlardan birisi haline geldi. Bu duruma bir de yüzde 18’e varan işsizlik oranı eklendiğinde, Ürdün hükümetlerinin çok ciddi bagajlarla göreve başladığı ve Monarşi’nin gayri-mevcut desteği sebebiyle de genelde başarısız olduğu ortaya çıkıyor.
Bütün bu bilgi ve analiz ışığında, Ürdün hükümetine dair yorumların, hükümetin nasıl bir konumda olduğu dikkate alınarak yapılması gerekiyor. Ürdün’de ortaya konulan bu “paravan” demokrasisi, temel anlamda Monarşi ve Ürdün halkının bir “sosyal kontratı” olarak anlaşılmalı. Diğer bir deyişle, Ürdün monarşisi ve halkı arasında, hükümetleri ve başbakanları ötekileştiren, düşmanlaştıran bir yönetişim mutabakatı var gibi görünüyor. Herhangi bir olumsuz gelişme olduğunda, Ürdün halkı hükümet karşıtı eylemler yaparken, çözümü hükümetten değil Monarşi’den bekliyor. Ürdün monarşisi de halkın bu taleplerini, sorumluluğu hükümetlere yükleyip bu siyasileri görevden uzaklaştırarak cevaplandırıyor. Buradan hareketle, Ürdün halkının esasen Monarşi’ye ya da rejime yönelik yekûn bir tepkisinin olmadığı, aslında sosyoekonomik şartların iyileştirmesi talebinin, halk nezdinde rejim değişikliğinden daha öncelikli olduğu anlaşılıyor.
Bu dikotomik ilişki tarzında arada ezilen Ürdün hükümetini kavramak, Ürdün monarşisinin ne denli tehlikeli bir politik oyunun içinde olduğunu anlamaya yarayacaktır. Ürdün’de geçtiğimiz aylarda benzin ve ekmek fiyatlarına yapılan zamlardan sonra ortaya çıkan sivil hareketlenme sonucunda hükümet sadece 2 gün içinde görevden alınmıştı. Peki, halkın hükümetin görevden alınmasını bir çözüm olarak kabul etmediği bir durumda, Monarşi’nin halkın taleplerini gerçekten karşılama ve Ürdün ekonomisini bu bataktan çıkarma şansı var mı? Ürdün kraliyetinin halkla kurmuş olduğu bu mutabakat, derinleşen herhangi bir krizde ve hükümetin istifasının yeterli bulunmadığı bir senaryoda, ciddi bir meşruiyet krizi yaşama potansiyeli içeriyor. Ürdün kraliyeti adına en rasyonel olan devlet davranışı, kısa vadede halkın taleplerini karşılamaya çalışarak siyasi sistemin içini boşaltmak yerine, güçlü bir hükümet kurarak bu olgunun Ürdün siyasasında kurumsallaşmasını sağlamak ve Ürdün ekonomisini içinde bulunduğu bu durumdan birlikte kurtarmaya çalışmaktır.
[Ortadoğu'da silahlanma ve güvenlik konularında çalışan Furkan Halit Yolcu Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü’nde (ORMER) araştırmacı olarak görev yapmaktadır]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı’nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.