İSTANBUL -CENGİZ TOMAR- Bu günlerde birinci yıldönümünü idrak ettiğimiz meşum 15 Temmuz darbe girişimini, olayların sıcaklığı nispeten azalmışken anlamlandırmak sanırım biraz daha kolay. Ancak ülkemizdeki olaylara içeriden, yani sadece Türkiye’nin bir iç hadisesi olarak bakmak genellikle büyük resmi kaçırmamıza sebep oluyor. Sosyal bilimlerde ve tarihçilikte olaylara sadece ormanın içinden bakmak yetmediğinden, arada bir ormanın dışına çıkarak yukarıdan nazar etmek de gerekiyor. Bu nedenle, demokrasi karşıtı bu hareketi sadece Türkiye içi mikro bir hadise olarak ele almak, dünyada, İslam âleminde ve Ortadoğu’da son 50 yıllık gelişmelerin dışında, mahalli/lokal bir hadise olarak tek yönlü değerlendirmemize sebep olabilir ve meşhur tabirle “körlerin fili tarifine” benzer. Halbuki 15 Temmuz darbe girişimini, komplo teorilerine kapılmadan ama onları da yok saymadan, genel dünya sistemi ve Ortadoğu’daki değişimler bağlamında rasyonel bir çerçeveye oturtmak, büyük resmi de görerek hadiseyi etraflıca değerlendirmemize imkan tanıyacaktır.
Bilindiği üzere I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından, Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa gibi devletlerin kontrolünde irili ufaklı pek çok devlet kuruldu ve yeni milliyetçilikler yaratıldı. Bu devletlerin büyük kısmı II. Dünya Savaşı’nın sonuna, 1950’lere, hatta Körfez’deki bir kısmı 1970’lere kadar bu emperyalist güçlerinin fiili idaresinde (mandası altında) kaldı. Yine bu dönemde, 1948 yılında Ortadoğu’da önemli bir problem olarak İsrail devleti kuruldu. 1950’lere gelindiğinde pek çok Arap ülkesi bağımsızlığını kazanmıştı. Ancak Batılı büyük devletler, göreve getirdikleri kendilerine tâbi kukla devlet adamları vasıtasıyla, bu ülkelerdeki nüfuzlarını çoğunlukla devam ettirdiler. Bu esnada Ortadoğu’nun Arap olmayan iki önemli büyük (mihver) ülkesi Türkiye ve İran’da da modernleşme ve demokrasiye geçiş çabaları yaşanmaktaydı.
1950’li yıllar, aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD ile Sovyetler Birliği arasında başlayan Soğuk Savaş’ın da ilk yıllarıydı. Ortadoğu ülkeleri de dünyadaki bu taksimata uygun olarak iki kampa bölünmüştü. Bölge ülkelerinin bu paktlara olan mensubiyetleri, yapılan darbe ve müdahalelerle zaman zaman değişikliğe uğruyor, yahut daha da pekiştiriliyordu. Mesela ABD, İngiltere, Fransa ve Hollanda aleyhine petrolü millileştiren İran başbakanı Musaddık, 1953’te CIA’in projelendirdiği ve desteklediği bir darbeyle bertaraf edildi. 1952’deki ‘Hür Subaylar’ darbesi ve ardından 1954’te idareyi ele alan Cemal Abdünnasır dönemi boyunca Mısır’da SSCB yanlısı bir yönetim hâkimdi. Mısır ancak 1970’de Enver Sedat’ın başa geçmesiyle ABD kampına yöneldi. NATO üyesi Türkiye’de ise 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle demokratik yönetim değiştirildi. Irak ve Suriye’de 1950 ve 1960’lı yıllarda artarda gelen darbeler sonucunda Sovyet yanlısı Baas rejimleri kuruldu. 12 Eylül 1980 darbesini de CIA Türkiye istasyon şefi Paul Hanze “Our boys did it” (bizim çocuklar yaptı) şeklinde bildirmişti. 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün ardından, ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper’ın “Türkiye’deki muhataplarının tutuklandığını” ifade etmesi, aslında 'Our boys could not do it' (bizim çocuklar bu sefer beceremedi) manasına gelmekteydi.
Yukarıda epey kısaltarak verdiğimiz 1950’lerden itibaren Ortadoğu tarihine bir göz attığımızda, Türkiye’deki 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünün hiç de şaşırtıcı olmadığını söylemek mümkün. Nitekim FETÖ elebaşının 1960’lı yıllardan itibaren CIA’in radarına yakalandığı çok açık. 1960’lı yıllarda CIA tarafından komünizmin yayılmasını engellemek maksadıyla Türkiye çapında yaygınlaştırılan Komünizmle Mücadele Derneği’nin Erzurum şubesinin kurucuları arasında bulunması rastlantısal olmasa gerek. Zira istihbarat örgütleri, operasyon yapmayı öngördükleri ülkelerde, toplumda etkili olabilecek ‘kullanışlı’ kimseleri çok erken dönemlerde tespit ederek kullanırlar. Fethullah Gülen de büyük ihtimalle, toplum üzerinde etkili bir vaiz olarak tanındığı o günlerde CIA tarafından keşfedilmiş olmalıdır. Dinin ve din adamlarının toplumların manipülasyonunda en etkili güçlerden biri olduğunu bilen istihbarat örgütleri, kendi operasyonlarında kullanmak üzere bu gelenek dışı ‘dinimsi’ yapıyı [FETÖ'yü] araçsallaştırmıştır.
ABD’nin Sovyet Rusya’nın Müslüman ülkelerdeki yayılmacılığına karşı ‘Yeşil Kuşak’ veya ‘Mutedil/Ilımlı İslam’ projesinin Türkiye’deki temsilcisi olarak Fethullah Gülen liderliğinde kurulan yapı, Soğuk Savaş yıllarında bu görevini yerine getirmek için, mümkün olduğunca adam devşirerek özellikle devlette örgütlendi. Genel olarak dünya tarihi, özelde de Ortadoğu tarihi açısından iki önemli kırılma noktası olan, 1991’de Soğuk Savaş’ın sona ermesine ve 2011’deki Arap Baharı olaylarının başlamasına paralel olarak, örgütün çalışma alanlarında da değişiklikler gözlendi. Nitekim örgüt, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından öncelikle Orta Asya Türk cumhuriyetlerine, daha sonra da Afrika’ya ve diğer bölgelere yayılarak küreselleştirildi.
Türkiye Cumhuriyeti hükûmetleri de, Türk tarzı dini ve kültürü dış ülkelerde yaymaya çalıştığını sandıkları bu örgütü Türkiye’nin bir yumuşak güç (soft power) aracı olarak kullandıklarını düşünerek, özellikle 1980’lerden sonra, hem devlet içine sızmasına hem de yurtdışında yayılmasına yardımcı oldular. İronik olarak bu terörist hareket, 1980 darbesini yapan ‘ultra-laik’ askerler döneminde ve yine 1997’de ‘irticaya karşı mücadele’ için başlatılan 28 Şubat sürecinde, rakibi olan dindar kadroların tasfiye edilmesiyle daha da güçlendi. Daha önce ‘ultra-laik’ odaklarla işbirliği yapan örgüt, 2002’de AK Parti iktidara geldiğinde, bu sefer de dindarlara hasım olan askeri ve bürokratik oligarşinin vesayetine karşı hükûmetle beraber mücadele ediyormuş izlenimini vererek gücünü artırdı.
Ortadoğu’da 2011’de başlayan Arap Baharı hareketleri ve bunlara karşı emperyalist devletlerin ve bazı bölge ülkelerinin yardımıyla yapılan karşı devrimci müdahalelerle paralel olarak, FETÖ’nün de Türkiye içinde harekete geçtiği anlaşılıyor. Bunun temel sebebi, Türkiye’nin uzun yıllardır ilk defa giriştiği bağımsız bir politika izleme çabasından ve bölgedeki etkinliğini artırmasından ABD ve AB’nin lokomotifi Almanya gibi ülkelerin rahatsız olmasıydı. Bunun üzerine Irak’ta el-Kaide, Suriye’de DEAŞ marifetiyle yapılan bölge ülkelerini bölme planı, 1960’lardan beri devlet içerisinde bir kanaviçe gibi işlenerek yapılandırılan ve zamana, zemine göre farklı amaçlarla kullanılan FETÖ marifetiyle Türkiye’de uygulandı. Sonunun geldiğini anlayan örgüte, 15 Temmuz’da bir intihar dalışı yaptırıldı; tıpkı Irak ve Suriye’de olduğu gibi, örgüt Türkiye’de müesses nizamı berhava ederek bir kaos yaratmak amacıyla kullanıldı. Şüphesiz bugün Pensilvanya’da koruma altında bulunan FETÖ elebaşı asla Türkiye’ye verilmeyecek; daha da sıkışılması halinde, sonu el-Kaide lideri Üsame bin Ladin ve DEAŞ’ın sözde halifesi Ebubekir el-Bağdadi’den farklı olmayacak ve ortadan kaybedilecektir.
Türk milletinin ferasetiyle bu meşum teşebbüsün akim kalmış olması, bu manada yeni plan ve projelerin yapılmadığı manasına gelmemektedir. Bu teşebbüsleri önlemenin en kolay yolu milli birlik ve beraberliğimizi, zenginliğimiz olan bütün farklılıklara rağmen kaybetmemektir.
[Ortadoğu siyasi tarihi ve uluslararası ilişkiler alanında uzman olan Prof. Dr. Cengiz Tomar, Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü ve Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesidir]
“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansı'nın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
GÖRÜŞ - Ortadoğu'da Değişen Düzen Bağlamında 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü
15 Temmuz darbe girişimini sadece Türkiye içi mikro bir hadise olarak ele almak, dünyada, İslam âleminde ve Ortadoğu’da son 50 yıllık gelişmelerin dışında, mahalli bir hadise olarak tek yönlü değerlendirmemize sebep olabilir ve meşhur tabirle “körlerin fili tarifine” benzer Demokrasi karşıtı bu hareketi, komplo teorilerine kapılmadan ama onları da yok saymadan, genel dünya sistemi ve Ortadoğu’daki değişimler bağlamında rasyonel bir çerçeveye oturtmak, büyük resmi de görerek hadiseyi etraflıca değerlendirmemize imkan tanıyacaktır Türk milletinin ferasetiyle bu meşum teşebbüsün akim kalmış olması, bu manada yeni plan ve projelerin yapılmadığı manasına gelmemektedir.