AYŞE BÜŞRA ERKEÇ - Bugün de bir atasözü gibi tekrarlanan "Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" mısralarının şairi Bâkî, Türk edebiyatının en büyük şairleri arasında kabul ediliyor.
Divan Edebiyatı'nda şiire biçim ve içerik açısından birçok yenilik getiren ve yaşarken "Şairlerin Sultanı" anlamına gelen "Sultanü'ş Şuarâ" unvanını alan Mahmud Abdülbâkî, vefatının 418'inci senesinde yad ediliyor.
Günümüzde insanların dilinde olup, sürekli okunan "Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" mısralarının şairi Bâkî, Osmanlı Divan Edebiyatı'nda şiire şekil ve muhteva açısından birçok yenilik getirdiği için, hayattayken "Şairlerin Sultanı" anlamına gelen "Sultanü'ş Şuarâ" unvanını aldı.
Asıl adı Mahmud Abdülbâkî olan divan edebiyatının parlayan yıldızı olan şair, Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi'nin oğlu olarak, 1526'da İstanbul'da dünyaya geldi.
Çocukken camide kandil yakan Bâkî, pek çok edebiyat kaynaklarında "saraç çırağı" olarak yer aldı ancak son gerçekleştirilen araştırmalar sonrasında "saraç"ın, "sirac" olması gerektiği üzerine görüşler ileri sürüldüğü için "siracî" şeklinde yer alması uygun görüldü.
Bâkî, medrese eğitimi konusunda devrin ünlü hocalarından ders gördü. Genç Bâkî'nin şiire olan kabiliyetini fark eden devrin alimlerinden Kadızâde Ahmet Şemseddin Efendi, şiir konusunda en büyük destek veren üstadı olarak anıldı.
Kitap okuma sevgisi nedeniyle medresede eğitime başlayan Bâkî, zamanının ünlü müderrislerinden Karamanlı Ahmed ve Mehmed Efendi'den ders aldı ve süreçte birçok ünlü edebiyatçıyla tanıştı.
Bâkî'nin, üstadı Mehmed Efendi için yazdığı "Sümbül Kasidesi" ününü arttırırken, dönemin ünlü şairlerinden olan Zâtî'nin dikkatini çekmeyi başardı. 18-19 yaşlarında ünlü bir şair olarak adını duyuran Bâkî, Süleymaniye Medresesi'nde, Ahmed Şemseddin Efendi'nin derslerine devam etti.
1555'te Nahçıvan seferinden dönen Kanuni Sultan Süleyman'a sunduğu kasideyle saray çevrelerine girmeyi başaran Bâkî, kadılık göreviyle Halep'e gönderilen hocası Ahmed Şemseddin Efendi'ye eşlik ederek, Halep'e gitti. 1560'ta İstanbul'a dönüşünde Şeyhülislam Ebussuud Efendi ile tanışan Bâkî, devrinde yaşadığı 4 padişah ve devlet ricali tarafından da himaye edilerek, en büyük desteği Osmanlı Devleti'nin 10'uncu padişahı Kanuni Sultan Süleyman'dan gördü.
Bâkî, Kanuni Sultan Süleyman'ın şiirlerine nazireler yazarak, Kanuni'nin vefatı üzerine duyduğu üzüntüyü, "Kanuni Mersiyesi" sayesinde daha çok tanınır hale geldi. Kanuni'nin vefatından sonra zaman zaman sıkıntıya düşen divan şairinin bu sıkıntısı, mesleki hayatında yükselmesini engellemedi.
Sultan İkinci Selim döneminde Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa'nın korumasına giren usta şair, saray toplantılarına çağrılmaya başlandı ve Üçüncü Murad döneminde de yerini korumayı başararak, Süleymaniye Müderrisi oldu.
1573'de Kadılık, Sahn ve 1575'de Süleymaniye müderrisliği, 1578-1585 yılları arasından Mekke, Medine ve İstanbul kadılıkları, 1585-1590'da iki kere Anadolu 1591, 1595 ve 1597 senelerinde ise üç kere Rumeli Kazaskerliği görevlerini icra eden Bâkî'nin en büyük isteği şeyhülislam olmaktı lakin bu makama ulaşamadan İstanbul'da 1600 senesinde hayata veda etti.
-Bâkî'nin kişiliği ve şiirleri
Osmanlı Cihan Devleti'nin en görkemli zamanlarında yaşayan Bâkî'nin, şiir ve edebiyat sevgisinin dışında zevke ve eğlenceye düşkün, neşeli, hoş sohbet ve hırslı bir kişiliği olduğu kaynaklarda yer alırken, hicviyeleriyle de ünlü şair, özel hayatındaki özgürlüğüne ve sınırsızlığına rağmen, kadılık görevlerinde ise adalete düşkünlüğüyle dikkati çekti.
Şiirlerinde tasavvufi değil, dünyevi aşka önem veren Bâkî, şeyhülislam olmak istemesine rağmen şiirlerinde dini şiirler kaleme almadı. Divan'ında tevhid, münacaat ve na't gibi dini muhtevalara yer vermeyen Bâkî, mersiye, methiye ve fahriyelerinde ise içten ve abartısız bir anlatım şeklini kullandı.
Mahmud Abdülbâkî, edebiyatta geleneklere bağlı kaldı ama şiir diline yeni bir düzen ve akıcılık getirerek, nazım tekniğini geliştirdi ve birçok büyük şairin "kaçınılmaz" olarak gördüğü nazım kusurlarından kurtulmayı ustalıkla başaran isim oldu. Şiirlerinde, tabiatı ve sosyal hayatı konu eden şair, sosyal hayatı tasvir ederek, İstanbul'un günlük yaşayışına dair de izleri taşımayı ihmal etmedi.
Çağdaş şairlere göre daha sade ve anlaşılır bir dil seçen "Sultanü'ş Şuarâ Bâkî", biçim açısından kusursuz olarak nitelendirilen şiirlerinde, konuların yanında söyleyiş tarzında da yenilikler yaptı. Vezni ustalıkla icra eden usta şair, imale ve zihafı en aza indirip, şiirini zarif hayaller, nükte ve tevriye başta olmak üzere edebi sanatlarla süsledi. Bütün bunları şiirleri aracılığıyla okuyucularına ulaştıran ünlü şair, Divan şiirine ifade kudreti ve rahatlığını kazandırdı.
-Eserleri
Eserlerini, 16'ncı yüzyıl Osmanlı toplumunun beğenisine uygun, sanat incelikleri ve hayal güzellikleriyle bezeyen Sultanü'ş Şuarâ Bâkî, duru ve temiz bir İstanbul lehçesinin yanı sıra, şiirlerinde halk deyimleri ve söyleyişleri de kullandı.
Dîvânını, Kanuni Sultan Süleyman döneminde hazırlayan şairin bu divanı, şiirlerini kapsamazken, başında münacaat ve na't bulunmayan divanında 27 kaside, 2 terkib-i bend, 1 terci-i bend, 7 tahmis, 619 gazel, 24 kıta, bir tarih ve 38 müfred yer aldı.
Çevirileri ve dini konularda çalışmaları olan Bâkî'nin eserlerinde Dîvânı 4 bin 508 beytiyle en önemli eseri olarak tarihe geçti.
Bâkî'nin bu eserini ise Fezâ'ilü'l-Cihad, Fezâil'i-Mekke, Hadîs-i Erbain Tercümesi ve Kanuni Mersiyesi isimli çalışmaları izledi.
Kubbede Hoş Sadâ Bırakan Şair Açıklaması 'Bâkî'
Bugün de bir atasözü gibi tekrarlanan 'Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş' mısralarının şairi Bâkî, Türk edebiyatının en büyük şairleri arasında kabul ediliyor Divan Edebiyatı'nda şiire biçim ve içerik açısından birçok yenilik getiren ve yaşarken 'Şairlerin Sultanı' anlamına gelen 'Sultanü'ş Şuarâ' unvanını alan Mahmud Abdülbaki, vefatının 418'inci senesinde yad ediliyor.