Uzaktan attığı füzelerle, hırsıyla ve hem defans hem de orta sahada görev yapabilmesiyle hatırlanır hep. Şu an Bulgaristan Millî Takımı'nın başında bulunan 50 yaşındaki teknik adam, Alman futbolunun durumunu, futbolculuk kariyerinde yaşadıklarını ve hedeflerini TamSaha'ya anlattı. Anlatırken de 1990'da Dünya Kupası'nı havaya kaldırdığı günden bugüne, gençlik iksiri içmişçesine hiçbir değişim göstermediği de gözden kaçmıyor.
İşte Almanların efsane ismi Lothar Matthaeus'un, ''Futbolu asla iş olarak görmedim.'' vurgusunu yaptığı röportajın ayrıntıları:
''Barcelona uluslararası futbola yeni bir tarz getirdi. Ben de bu futbol tarzını çok seviyorum. Futbolculuğum zamanında da bu anlayışta oynamak isterdim. Barcelona dünyanın en iyi takımı ve ben de bu tarzı sonuna kadar destekliyorum.
Genç oyuncuların olgunlaşmadan önce iyi bir eğitime ihtiyaçları var. Çünkü bir oyuncu altyapıdan ne alıyorsa, profesyonel futbol kariyerinde de sahaya onu koyar. Almanya bu anlayışa daha çok önem vermeye başladı ve sonuçlarını da başarıyla topluyor.
Geçmişteki futbolla bugünkünü kıyaslayamayız. Eskiden her şey sahada oluyordu. Bugünse tedavi yöntemleri, antrenman sistemleri değişti, teknolojiyle bağlantı çok güçlü. Son 20 yıldaki gelişmeler oyuncular adına mükemmel şeyler.
Türkiye Ligi, ekonomisi ve oynanan futbolla Avrupa'nın 6. en iyi ligi. Artık diğer takımlar da İstanbul takımları kadar güçlü. Bayern'de şampiyon olduğumuzda asla tatmin olmaz, bir sezon sonraki şampiyonluğu da isterdim. Şu an için İstanbul takımlarında bu hırs yok.
Bana göre Nuri Şahin, Almanya'da oynayan Türk oyuncular arasında en iyisi. Saha içinde mükemmel organize olan, çok iyi bir takımda oynuyor ve takımın en yaratıcı oyuncusu. Mükemmel işleyen bir mekanizmanın en önemli dişlisi.
Futbolu asla bir iş olarak görmedim. Futbol benim hobimdi. Oyuna hep tutkuyla bağlandım ve bunu sahaya yansıtmaya çalıştım. Futbolu bıraktığımda 40 yaşına girmek üzereydim. Tüm kalbiniz ve beyninizle oyuna konsantre olur ve ona büyük bir tutku duyarsanız uzun yıllar üst seviyede oynayabilirsiniz.
Futbolculuğum zamanında Maradona ve Platini gibi bir 10 numara değildim asla. Ancak sahada oyun tarzından dolayı diğer oyunculardan farklı olan futbolculardandım. Frank Lampard ile Steven Gerrard günümüz futbolunda kendi oyun tarzıma yakın bulduğum isimler.
Bayern'e futbolculuk dönemlerinde önemli katkılarda bulunmuş, kulüp içindeki ilişkileri iyi bilen isimlerin teknik direktör ya da yönetici pozisyonunda olması, başarının en büyük sebebi. Her kulübün idollere ihtiyacı vardır.
Bir gün İstanbul'da üç büyüklerden birini çalıştırmak isterim. Türkiye'yi ve İstanbul'u çok seviyorum. Tabii ki kültür farklılıkları var ancak Almanya'da yaşayan birçok Türk olduğundan bu duruma alışkınım. Ayrıca Türkiye'de futbola aşırı bir sevgi var.''
ARKADAŞLAR, BU LOTHAR!
- Oyunculuk döneminiz boyunca Beckenbauer, Trapattoni, Lattek, Heynckes, Vogts, Rehhagel ve Hitzfield gibi birçok ünlü teknik adamla çalıştınız. Size göre bu teknik direktörler arasından en uyumlu çalıştığınız isim hangisiydi?
Bu hiç âdil bir soru değil (gülüyor). Kariyerim boyunca çok iyi teknik direktörlerle çalıştım. Bu açıdan çok şanslıydım. Bence önemli olan iyi bir hocayla doğru zamanda bir araya gelme şansı bulup, çalışmaktır. Örneğin 1988'de Inter'e transfer olup İtalya'ya gittiğimde Trapattoni bana çok destek verdi. İlk kez yabancı bir ülkede futbol oynadığım için bana hep güven aşılamaya çalıştı.
Yabancı bir ülkedeydim. Yabancı bir kültür ve dille karşı karşıyaydım ilk kez. Ancak İtalyan Hoca antrenmana çıktığım ilk gün beni yanına alıp tüm takıma doğru döndü ve "Arkadaşlar bu Lothar. O bugünden itibaren takımımızın kilit oyuncusudur" diyerek benim oyun içinde farklılık yaratabileceğime inancını tüm ekip arkadaşlarımın huzurunda bana gösterdi. Sonra da bana 10 numaralı formayı verdi.
Bu formayı almak 20 sene önce çok anlamlıydı. Çünkü numaralar şimdiki gibi 1'den 99'a kadar değildi. Futbolcunun hangi pozisyonda oynadığını numarasına bakarak anlardınız. Bu yüzden 10, sadece bir numarayı değil, bir oyuncunun saha içindeki rolünü de anlatıyordu aynı zamanda.
O bana formayı verdiğinde dönüp dedim ki, "Giovanni, ben ne Platini'yim ne de Maradona." O da, "Evet, biliyorum ama bu takım için onlar kadar önemlisin" karşılığını verdi. Onun bana duyduğu inanç ve verdiği güven sayesinde de İtalya'da çok başarılı yıllar geçirdim. İtalya'ya geldiğim zaman takımın başında Trapattoni olmasaydı belki de Inter'de bu kadar başarılı olamazdım. O yüzden tekrarlamamda fayda var; önemli olan şey doğru zamanda doğru hocayla çalışma şansı bulmak.''
- Günümüzde sizin futbol oynadığınız dönemlere göre daha fazla skoru koruma amaçlı ve öncelikli olarak savunmayı düşünen bir oyun anlayışı var. Ancak Barcelona bu anlamda diğer takımlara göre farklı. Sizin desteklediğiniz oyun anlayışı nedir? Barcelona'nınki gibi mi, yoksa daha farklı bir tarz mı?
Bence Barcelona oyun anlayışıyla uluslararası futbola yeni bir tarz getirdi. Arsenal'i de bu oyun anlayışının içine koyabiliriz. Ben de bu futbol tarzını çok seviyorum. Futbolculuğum zamanında da bu anlayışta oynamak isterdim. Bahsettiğim şey; oyunu hızlı oynamak, bol pas yapmak, toplu ve topsuz alanda tüm takımın koordineli bir şekilde hareket halinde olması. Her oyuncunun her an hücuma destek verebilecek durumda olması. Barcelona'da olan özellik de bu. Sadece Messi, Xavi ve Iniesta'nın değil, defansın ortasında oynayan Puyol ve Pique'nin de tekniği oldukça iyi. Defanstan topla orta sahadakilerle pas yaparak çok rahat çıkabiliyorlar. Bu da onları çok güçlü ve iyi bir takım haline getiriyor. Geçen sene Şampiyonlar Ligi'ni kazanan Inter'den örnek verelim. İtalyan ekibi Avrupa'nın en büyüğü olmasına rağmen, oynadıkları futbol ortadaydı. Göze hoş gelen bir oyun anlayışı sergilemediler asla. İki takımı hatta tüm ekipleri karşılaştırdığımızda oyundan aldıkları keyif ve duydukları tutku bakımından Barcelona'yı çok ayrı bir yere koymak lâzım. Bana göre son 2-3 sezondur sahaya koyduğu oyun anlayışıyla Barcelona dünyanın en iyi takımı ve ben de bu tarzı sonuna kadar destekliyorum. Katalan ekibinin oynadığı futbol, her futbolseverin izlemek istediği oyun anlayışı aslında.
- Alman Millî Takımı son yıllarda büyük bir çıkış içinde. Siz bu başarının sırrını neye bağlıyorsunuz? Almanya'da gerek millî takımın gerekse de kulüplerin altyapı sistemlerinin yenilendiğini biliyoruz. Bu değişim başarıyı ne ölçüde etkiledi?
Ülke olarak son yıllarda gerek millî takımda gerekse de kulüplerde altyapıya daha çok önem vermeye başladık. Buradaki genç oyuncuların olgunlaşmadan önce iyi bir eğitime ihtiyaçları vardı. Çünkü bir oyuncu altyapıdan ne alıyorsa, profesyonel futbol kariyerinde de sahaya onu koyar. O yüzden oyuncuların ileride ne yapacaklarını daha genç yaştan bilmeleri gerekir mutlaka. Almanya da bu anlayışa daha çok önem vermeye başladı son senelerde. Bunun içinde Almanya'da oynayan yabancı kökenli oyuncuları genç yaşlarda millî takıma kazandırıp, onlara iyi bir altyapı eğitimi vermek de vardı. 2 sene önce U17, U19 ve U21 kategorilerinde Avrupa Şampiyonu olduk. Bu da yetişmekte olan genç jenerasyonun ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu gösterdi bize. Biz de bu potansiyeli son Dünya Kupası'nda bir anlamda başarıya çevirdik. Genç bir takımla turnuvaya katıldık ve yanılmıyorsam kupadaki en düşük yaş ortalamasına sahip ekiplerdendik. Tabii ki bu sadece anlık bir durum olarak kalmayacak. Altyapı sistemi böyle devam ettikçe ileriki yıllarda da Almanya Millî Takımı'nın başarılı sonuçlar alacağı kesin. Şu anda da Euro 2012 elemelerinde puan kaybı yaşamadan yolumuza devam ediyoruz. Almanya-Türkiye maçında siz de görmüşsünüzdür ki, genç bir ekip olmamıza rağmen oyuncuların özgüvenleri oldukça yüksek. Bu da sahaya başarı olarak yansıyor. Bu yüzden altyapı sistemini yeniden elden geçirdiği için başta Almanya Futbol Federasyonu, yakalanan jenerasyonu mükemmel değerlendirdiği için de Joachim Löw'ün bu başarıdaki payı büyüktür.
FUTBOL ARTIK SADECE SAHADA OYNANMIYOR!
- Oyun mantalitesi bakımından sizin oynadığınız dönemdeki Alman Millî Takımı'yla şimdiki Almanya arasında farklılıklar var mı?
Bence bir mantalite farklılığı yok. Çünkü farklı olan asıl şey, sizin de ilk soruda bahsettiğiniz gibi o zaman oynanan futbolla bu dönem oynanan futbolun değişmesi. Bu yüzden farklı dönemlerdeki iki takımı kıyaslamak asla doğru olmaz. Çünkü şu anki şartlarla o zamanki şartlar aynı değil. Şu an futbol daha büyük bir parayla dönüyor. Bu da tüm sistemleri etkiliyor doğal olarak. İşin içinde daha çok tecrübe var artık. Bahsettiğim şey sadece saha içi değil. Tedavi yöntemleri, antrenman sistemleri hep değişmiş ve teknolojiyle bağlantılı olarak ilerlemiş durumda. Artık bilgisayar verileriyle bir çalışma yapılabiliyor. 20 sene önce böyle bir durum yoktu. Antrenman tesislerimizde fitness salonu ve spor merkezi gibi imkânlar yoktu. Ne oluyorsa, ortaya ne konuyorsa sahada oluyordu. Ancak artık böyle değil. Günümüzde saha dışında yapılan çalışmalar olmadan başarıya ulaşmak imkânsız.
Saha dışındaki çalışmalar da inanın bir oyuncunun gelişimine çok yardımcı oluyor. Sadece oyun gelişimi değil, ilerleyen yöntemlerle hem fiziksel olarak daha iyi gelişebiliyorlar, hem de bir sakatlık oldu mu eskiye oranla daha çabuk iyileşme imkânına sahip olabiliyorlar. Son 20 senede değişen her şey oyuncular adına mükemmel. Bu yüzden iki takımı kıyaslamak mümkün değil. Saha dışındaki sistemler değiştiği için oyun anlayışı da değişti ve ortaya eskiye oranla daha farklı şeyler çıktı.
- Diğer Avrupa ligleriyle kıyaslarsak Spor Toto Süper Lig'in kalitesi size göre hangi seviyede? Aynı şekilde Türk Millî Takımı uluslararası arenada hangi düzeyde?
Türk Ligi'ni İngiltere, Almanya, İtalya ve İspanya ligleriyle bir tutamayız. Onlar hep bir seviye ileride. Bana göre Türkiye Ligi, Avrupa'nın en iyi 6. ligi. Sırasıyla İngiltere, İspanya, Almanya, Fransa ve İtalya, Avrupa'nın en kaliteli ligleri. Türkiye de onların arkasından geliyor. Gerek ekonomisiyle, gerek de oynanan futbolla. Çünkü eskiden şampiyonluk yarışı sadece üç İstanbul takımı arasında geçerdi. Ancak geçen sezon ve bu sene durum değişti. Artık diğer takımlar da İstanbul takımları kadar güçlü. Bursaspor örneğinde olduğu gibi sezon başında favori gösterilmeyen takımlar şampiyon olabiliyor. Bu sene de aynı durum geçerli. Almanya'da da benzer durum var aslında. Bundesliga'da da özellikle son yıllarda aynı senaryo yaşanıyor.
Bayern Münih'te oynarken şampiyon olduğumuzda asla tatmin olmazdım. Her zaman bir sezon sonraki şampiyonluğu da isterdim. Şu an için İstanbul takımlarında bu hırs yok. Bu da Türkiye'deki şampiyonluk yarışını oldukça ilginç hâle getiriyor. Kupaya uzanmaya çalışan 5-6 takım var. Bana göre bu durum da ligi daha keyifli ve kaliteli hâle getiriyor. Türk Millî Takımı da kalite bakımından yine bu ülkelerin hemen arkasında olan ve çok yetenekli bir ekibe sahip. Mükemmel de bir teknik direktörü var. Ancak asla Türk Millî Takımı'nda şu ya da bu oyuncu en iyisi diyemem, çünkü meseleye takım olarak bakmak lâzım. Ayrıca en çok beğendiğim ismi söylesem, eminim geri kalanların çoğu bana çok kızar (gülüyor).
FAVORİM NURİ ŞAHİN
- Son yıllarda Bundesliga'da top koşturan Türk oyuncuların sayısı bir hayli arttı. Bundesliga'da oynayan Türk oyunculardan en çok beğendiğiniz isim hangisi?
Şu an için favorim Nuri Şahin. Saha içinde mükemmel organize olan, çok iyi bir takımda oynuyor. Nuri de takımın en yaratıcı oyuncusu. Tüm pas bağlantıları onun üzerinden yapılıyor. Yani bir anlamda mükemmel işleyen bir mekanizmanın en önemli dişlisi. Hamit ve Halil Altıntop kardeşleri de başarılı buluyorum ancak bana göre Nuri Şahin Almanya'da oynayan Türk oyuncular arasından en iyisi.
- Oyunculuğunuz zamanında çok hırslı bir futbolcuydunuz. Beş Dünya Kupası'nda (1982, 1986, 1990, 1994, 1998) 25 maçla Dünya Kupası tarihinde en çok forma giyen oyuncu olma rekorunu hâlâ elinizde tutuyorsunuz. Ayrıca dört de Avrupa Şampiyonası'nda yer aldınız ve 39 yaşında futbolu bıraktınız. Bu yaşa kadar oynayıp bu kadar üst düzeyde bir futbolcu olarak kalabilmenin sırrı nedir? Sadece hırs değil herhalde...
Futbolu asla bir iş olarak görmedim. Futbol benim hobimdi. O yüzden bu oyuna hep tutkuyla bağlandım ve bunu sahaya yansıtmaya çalıştım. Hırslı bir oyuncu olmamın nedeni bu. Toplam 22 sezon profesyonel olarak futbol oynadım. Oyunculuk dönemimde birçok sakatlık ve ameliyat geçirdim. Ama mental olarak her zaman oynama isteğim vardı. Bu yüzden bu sakatlıklardan da çok etkilenmeden kurtuldum. Aslında fiziksel olarak 2-3 yıl daha futbol oynayabilirdim. Ancak kafa olarak 22 yıldan sonra oldukça yorulduğumu hissetmiştim. Antrenmanlar, maç öncesi hazırlıklar, maç seyahatleri, otelde konaklama gibi olaylar o kadar seneden sonra bana zor gelmeye başlamıştı. Bu yüzden bunu hissettiğim an futbolu bırakma kararı aldım. Bıraktığımda da 39 yıl, 9 aylıktım. Neredeyse 40 yaşına girmek üzereydim yani. Ancak dediğim gibi fiziksel olarak kendimi 2-3 yıl daha oynayabilirmişim gibi hissediyordum. Bana göre bu kadar sene üst düzeyde futbol oynayabilmemin nedeni insanın içinden geliyor. Tüm kalbi ve tüm beyniyle insan oyuna konsantre olur ve ona büyük bir tutku duyarsa uzun yıllar üst seviyede futbol oynayabilir. Bana da olduğu gibi ne zaman mental olarak yorgun düştüğünü hissederse, futboldan kopar. Yani aslında önemli olan fiziki yorgunluk değil, mental yorgunluk.
- Kariyeriniz boyunca taktik gereği farklı mevkilerde oynadınız. Mesela şampiyon olduğunuz 1990 Dünya Kupası'nda hücuma yakın bir orta saha oyuncusuydunuz. Turnuva boyunca da 4 gol attınız. 1994'teki kupada ise libero oynadınız. Siz kendinizi hangi bölgenin oyuncusu olarak görürdünüz ve hangi mevkide oynamak daha keyifliydi?
Defansta oynadığım zamanlarda libero olduğum kadar defansa yakın bir orta saha gibi de görev yaptım. Defans gibiydim ancak liberoyla defans hattının hemen önünde de yer aldım. Günümüzdeki defansif orta sahaya yakın bir pozisyondu. Bu pozisyonda oynadığım zaman defanstaki takım arkadaşlarıma yardım ederek sürekli güven vermeye çalıştım. 1994'te de libero oynarken yaptığım şey bu şekildeydi aslında. O kupada da tecrübemle defansa yardım ettim. Özellikle o zamanki sistem gereği sağ ve sol bek kanatlardan ileri doğru çıkınca bu görevi daha fazla yaptım. Normale göre geride oynamamın nedeni de sistem gereğiydi. Kadromuz için en uygun sistem buydu ve benim bu şekilde oynamamdı. 1990'da ise topu hücuma taşıyan orta saha rolündeydim. Aslında benim en büyük özelliklerimden biri de buydu. Topu defanstan alır, hücuma taşırdım. Oyunun merkezindeydim. Libero oynarken de defansa yakın oynarken de orta saha oynarken de hep aynı görevi yaptım aslında. Defansla hücum arasındaki bağlantıyı sağlamak ve topu geriden ileriye taşımak. Bu yüzden pozisyonum ne olursa olsun bu görevi yapmak benim açımdan çok keyif vericiydi. Ayrıca uzaktan şut atmayı da çok severdim. Bunu da orta sahadayken daha fazla yapabiliyordum tabii ki. Bu yüzden kendimi her zaman bir orta saha oyuncusu olarak gördüm.
- Günümüzde kendi oyun tarzınıza en yakın bulduğunuz oyuncu kim?
Futbolculuğum zamanında Maradona ve Platini gibi bir 10 numara değildim asla. Ancak sahada oyun tarzından dolayı diğer oyunculardan farklı olan futbolculardandım. Frank Lampard ile Steven Gerrard günümüz futbolunda kendi oyun tarzıma yakın bulduğum isimler. Onlar da benim gibi hem bir 10 numara hem de bir 8 numara gibi oynuyor. Yani orta sahada tek yönlü bir oyuncu olmayıp hem hücuma hem de savunmaya destek veriyorlar. Oyunculuk dönemimde yaptığım gibi geriden ileriye topun aktarılmasında başrol oynuyorlar. Ayrıca sadece frikik ya da penaltıdan değil, uzaktan şutlarla da gol atardım. Şutlarım çok etkiliydi. Gerrard ve Lampard da aynı şekilde uzaktan kaleyi yoklayıp, bolca gol bulabiliyorlar.
- Bu kadar uzun ve başarılı bir kariyere sahip olmanıza rağmen hiç Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu göremediniz. Bayern Münih formasıyla çıktığınız iki final de aynı mutsuz sonla bitti. 1987'de Porto'ya, 1999'da da o unutulmaz son dakika gollerinin yaşandığı maçta Manchester United'a karşı 1-0 öndeyken 2-1 yenilerek kupaya uzanma şansını kaybettiniz. Bu maçları hatırlayınca aklınıza neler geliyor?
Futbolda kaybetmek her zaman kötü bir duygudur. Ben de bunu mücadele ettiğim iki Şampiyonlar Ligi finalinde çok dramatik bir şekilde yaşadım. 1987'deki finalde Porto'ya karşı ilk yarıyı önde kapamıştık ama maçın sonuna doğru 3 dakika içerisinde yediğimiz 2 golle kaybettik. O maçta orta sahada görev yapmıştım. 1999'da da libero oynadığım maçta Manchester United'a karşı uzatma dakikalarında yediğimiz iki golle yıkıldık. Ama futbolun kuralı bu. Biri kazanırken, diğeri kaybetmek zorunda. Bu maçlarda yaşadıklarım çok üzüntü vericiydi. Ancak şu an geriye dönüp baktığımda kariyerimden ve yaşadığım başarılardan yeterince tatmin olduğumu söyleyebilirim.
BAYERN'İN SIRRI İDOL YÖNETİCİLERDE
- Bundesliga denince son yıllarda akla gelen ilk takım hiç kuşkusuz Bayern Münih. Siz de bu takımda iki ayrı dönemde toplam 12 yıl oynadınız ve uzun bir süre de kaptanlık yaptınız. Bayern Münih'i Almanya'da farklı kılan ve diğer kulüplerden ayıran karakteristik özellikler neler?
Öncelikle Bayern Münih diğer Alman kulüplerine göre çok daha zengin bir kulüp. Bu durum da diğer kulüplerden daha başarılı olmasının nedenlerinden biri. Ancak bence asıl neden, kulübün idaresinin seneler boyunca Beckenbauer, Hoeness, Rummenigge gibi eski Alman oyuncuların elinde olması ve takımın profesyonel bir biçimde yönetilmesi. Bayern Münih'e futbolculuk dönemlerinde önemli katkılarda bulunmuş, bu takım için senelerini vermiş ve kulüp içindeki ilişkileri oldukça iyi bilen isimlerin teknik direktör ya da yönetici pozisyonunda olması, bu ekibin başarılı olmasının en büyük sebebi. Dışarıdan biri gelip idarecilik yapsaydı, kulübün durumu asla bu kadar parlak olmazdı. Çünkü asla futbolculuğunda bu kulüpte yetişmiş yöneticiler kadar kendini vererek bu işi yapamazdı. Her kulübün bir idole ya da idollere ihtiyacı vardır. İşte Bayern Münih için de futbolculuğu sırasında idol olmuş insanların kulübü yönetmesi seneler boyunca kazanılan başarının asıl anahtarı.
- Size göre futbolculuğunuzda attığınız en güzel gol hangisiydi?
1992'nin Ekim ayında Bundesliga'da Leverkusen ile deplasmanda karşılaşıyorduk. Korner atılacaktı ve Mehmet Scholl korneri bana doğru kullandı. Ben de ceza sahası dışından gelişine bir voleyle topu kaleye yolladım. Son süratle giden top, sol üst köşede iki direğin birleştiği noktaya çarparak ağlara girdi. Bir diğer unutamadığım golü ise 1990 Dünya Kupası'nda attım. Kupanın ilk maçında Yugoslavya karşısındaydık. Bir pozisyonda topu yaklaşık 70 metre sürüp, sonunda da güzel bir vuruşla ağlara yollamıştım. Bu 4-1 kazandığımız maçın açılış golüydü aynı zamanda.
- Peki, en unutamadığınız maç hangisi?
Bir önceki soruda bahsettiğim 1990 Dünya Kupası'ndaki ilk maçımız olan Yugoslavya müsabakası. Bu maçta aldığımız 4-1'lik galibiyet çok önemliydi. Yugoslavya o zamanlar oldukça güçlü bir ekipti. Bu galibiyetle turnuvanın başından itibaren hem güvenimiz yerine geldi, hem de tüm takımlara bu kupayı Batı Almanya'yı mağlup etmeden asla kazanamayacaklarının mesajını verdik. Bu açıdan 1990'da bize kupayı getiren asıl kilit maçın Yugoslavya maçı olduğunu düşünüyorum. Ben de bu maçta çok iyi oynamıştım. Biri açılış golü olmak üzere iki gol kaydetmiştim. Bana göre millî takım kariyerimdeki en başarılı maçımdı. Müsabakadan sonra tüm gazeteler benden ve oyunumdan bahsediyordu. Bu yüzden gerek taşıdığı önem, gerekse de gösterdiğim performans açısından Yugoslavya maçını unutamam. Tabii ki finalde Arjantin'i 1-0 yenip kupayı kazandığımız maçı da unutmam imkansız. Kaptan olarak kupayı kaldırmak da beni çok mutlu etmişti.
BREHME İLE OYNAMAKTAN BÜYÜK KEYİF ALDIM
- Oyunculuk döneminizde beraber oynamaktan en çok keyif aldığınız oyuncu kimdi?
Andreas Brehme. Kendisiyle Bayern Münih ve millî takımda birlikte oynadık. Inter'e de aynı zamanda gittik ve burada yaklaşık 4 yıl beraber görev yaptık. Saha dışında en iyi iletişim kurduğum oyuncuydu kendisi. Bu iyi ilişkimiz de sahaya olumlu yansıyordu. Gerek saha içinde gerekse saha dışında onu çok iyi tanıyordum. Bu yüzden maç anında konuşmamıza hiç gerek kalmadan hangi topu ona atacağımı, nasıl bir pas atarsam onun daha etkili olacağını iyi biliyordum. Onun da bana attığı paslar aynı şekildeydi benim için. Topu ayağıma aldığımda bir gözüm hep onun oynadığı sol kanattaydı. O da çok zeki bir oyuncuydu. Benim ona pas atacağımı anlar ve anında boş alana kaçardı. Şutları çok iyi olan, hızlı bir oyuncuydu. Senelerce Brehme ile oynamaktan büyük keyif aldım.
- Şu an başında bulunduğunuz Bulgaristan Millî Takımı, Amerika 94'te sizin de kadroda bulunduğunuz Almanya'yı sürpriz bir şekilde çeyrek finalde eleyerek çok başarılı olmuştu. Ancak şu an o yıllar mumla aranıyor Bulgarlar tarafından. Sizin hem Bulgaristan Millî Takımı'nda hem de ileriki yıllarda teknik direktörlük kariyerinizde hedefleriniz neler?
Tabii ki Bulgaristan 16 sene önce 1994 Dünya Kupası'nda yarı final oynamış Bulgaristan değil. Ülkede futbolu o günden sonra hiç ileriye gitmemiş. Şu anda da bir geçiş döneminin içindeler. Eskiye oranla fazla yıldız oyuncu yetişmiyor ama bu günümüz futbolunun durumuyla alâkalı aslında. Ben göreve geldiğimde durum bu şekildeydi ve millî takım da aldığı sonuçlardan ötürü ufak bir kriz içindeydi. Öncelikli amacım Bulgar futbolunu bu krizin içinden çıkarmak. Takımın başında sahaya çıktığım ilk maçta Euro 2012 elemelerinde Galler'i deplasmanda mağlup etmeyi başardık. Gruptan ikinci olarak çıkmaya çalışacağız ama şu an için işimiz pek de kolay gözükmüyor. Hedeflerime gelince, öncelikle futbolu çok seviyorum. 9 senedir teknik direktörlük yapıyorum. 2002-2003 sezonunda Partizan'la, 2006-2007 sezonunda da Red Bull Salzburg'la şampiyonluk yaşadım. Yaklaşık 2 sene de Macar Millî Takımı'nı çalıştırdım. Teknik direktörlük dönemimde altyapıdan birçok oyuncu keşfedip A takıma çıkardım. Benim öncelikli amacım bu. Futbola yeni isimler kazandırmak. Tabii ileriki dönemlerde ne yapacağımı şimdiden kestiremem ancak bir gün İstanbul'da üç büyüklerden birini çalıştırmak isterim. Türkiye'yi ve İstanbul'u çok seviyorum. Tabii ki kültür farklılıkları var ancak Almanya'da yaşayan birçok Türk olduğundan bu duruma alışkınım. Ayrıca Türkiye'de futbola aşırı bir sevgi var. Taraftarların takımlarına destekleri inanılmaz. O bakımdan eğer bir gün İstanbul'da bir takımda görev yaparsam mutlu olurum.