'Maske'yi çıkartmak kolay mı?

'Maske'yi çıkartmak kolay mı?

Kerem Akça haftanın yeni filmlerini değerlendirdi

‘Türbanlı Kız Büşra’ adlı çizgi eserin sinema uyarlamasında, Amerikan klasik sinemasının film gramerinin benimsendiği görsel anlamda başaırlı bir dille yüzleşiyoruz. Kurgu, görüntü yönetimi, sanat yönetimi ve oyunculuklar birinci sınıf. Hikayesindeki soyut aşk meselesinin tartışmalı hali ise “Büşra”yı ideolojik anlamda tehlikeli bir duruma sokuyor.
Türk sinemasının son yıllardaki yükselişine baktığımızda, Hollywood’un en yaygın alanı olan ‘çizgi roman’ geleneğinin, ülkemizde çok fazla etki yarattığına tanıklık edemiyoruz nedense. Ancak yine de, bu konuda dar ölçekli olsa da bir üretim yaptığımız söylenebilir. 2007’de Suat Yalaz’ın resimli romanından uyarlanan “Son Osmanlı: Yandım Ali”den sonra şimdi de Bahadır Boysal’ın çizgi eserinden sinemalaştırılan “Büşra”, alanda şimdilik iki nadide örnek.

“Son Osmanlı: Yandım Ali”nin üzerinde

Bu durum da aslında çokça sözünü ettiğimiz gelişen Türk popüler sineması mantığının açılımlarından biri. Bu noktada da aslında Mustafa Şevki Doğan’ın “Son Osmanlı Yandım Ali”sinin dış sahnelerinde bir çizgi roman estetiğinden bahsetmek mümkün iken, iç mekanlardaki çekimlerinde bir ‘acemilik’ seziliyordu. Burada ise ‘Amerikan klasik sinemasının gramerini çok iyi uygulayan bir yapıt’la yüzleşiyoruz.
Özündeki çizgi romanın etkisi ise daha çok karikatürize edilmiş karakterler ve yapay görsel dünya yoluyla perdeye yansımış. Öyle ki ülkemizde ‘çizgi roman estetiği’ gibi oturmuş bir yönetmenlik geleneği görülmediğinden bu iki film de, en azından şimdilik başka alanlarda ele alınmalı kanımca. Özellikle de bu konuda “Büşra”nın daha öne çıkan tarafları var.

“Uzak İhtimal”in açtığı yolu izlediğini söylemek daha doğru olacaktır

Öncelikle kanımca “Büşra”nın ‘popüler kültür referanslarıyla örülen bir tür kırması örneği’ tanımıyla tasvir edilesi bir yapısı var. Ancak esasen Türk sinemasının son yıllardaki modern aşk filmlerinden biri olduğu söylenebilir. Aslında bu yolunda da “Uzak İhtimal”in getirdiği ivmeyi takip ediyor. Öyle ki Mahmut Fazıl Coşkun’un ilk filmi, “Bir Konuşabilse...” (“Lost in Translation”, 2003) gibi aşkı yabancılaşmadan ve diyalogsuzluktan yaratan postmodern aşk filmi modelini Türk kültürüne uyarlamıştı.

Eser, bir rahibe ile bir müezzinin imkansız aşkını Sofia Coppola’nın filmiyle aynı tonda anlatmıştı. Alper Çağlar ise yine Türk kültürü için zor ve sakıncalı bir aşk hikayesi anlatıyor burada. Evlilik arifesinde türbanlı ve bakire bir kız ile entelektüel roman yazarının ilişkisine uzatıyor kamerasını. Ancak bunu yaparken kanımca Sofia Coppola’nın başyapıtının film modelini uygulasaymış daha iyi olurmuş. Fakat daha çok “Kesişen Yollar” (“Monster’s Ball”, 2001) gibi filmlerde gördüğümüz ‘soyut aşk meselesinin izini süren duygusal-dram’ kimliğine bürünmeyi seçiyor “Büşra”.

Yalnızlığın yarattığı mistik buluşmayla gelen bir aşk

Öyle ki Büşra ile Yaman, kendi toplumsal dayatmalarının içinde yalnızlıktan mustarip oldukları için birbirlerine sığınıyorlar. Yalnız kalmanın mistik buluşturmasında ise ‘aşk’ı canlandırıyorlar en kısa tanımıyla. Alper Çağlar da belli ki çizgi romanın özünde yatan bu meseleyi iyi kavramış. Filmini de ‘yalnız’ın sözlük anlamıyla açıyor.

Onun devamında da aslında üç-dört vinç hareketiyle filmin sonunda olup biteni (bir ölüm de dahil olmak üzere) gösteriyor. Ardından türbanlı Büşra’nın ve kapitalizm mağduru Yaman’ın peşine takılıyor. Bunu yaparken, aslında iki karakteri Sofia Coppola’nın filminde olduğu gibi değil de, ‘gördükleri kültür’ nedeniyle birbirlerine dokundurtmamayı seçiyor. Aralarındaki aşk ilişkisi de dini ve kapitalist dayatmaların sinema dilindeki karşılığıyla perdeye yansıyor.

Renk kullanımıyla çözülen temasal bütünlük

Öyle ki “Son Ders”te (2007) HD’ye hakimiyetini gösteren görüntü yönetmeni Ulaş Zeybek’in renk çalışması, bir hayli başarılı burada. Büşra’nın mistik dünyası ile Yaman’ın kapitalist sistemin sıkıştırdığı dünyası arasında bir benzerlik kurmakta sıkıntı yaşamıyor. Zira Yaman’ınki metalik gri tonlarında büyük binaların arasında sıkışmış yalnızlığı anlatıyor. Büşra’nınki ise ya beyaz tonla mistisizmi ya da ışığın sürekli içeri girmesiyle doğal Tanrısal gerçekliği hatırlatıyor.

Tabii Yaman ile Büşra’nın birbirleriyle ilk karşılaştıkları Kadıköy’deki sahne sonrasında Yaman’ın hayatının beyaz filtre ile resmedilmesi, aradaki ilişkinin mistik bir tonda birleştirildiğini gösteriyor. Öyle ki o sırada Büşra’nın dünyası da grileşiyor. Yani kapitalist ve mistik sıkışmışlık iç içe geçince bir anda karşımıza birbirinden farklı olmayan iki düzen çıkıyor.

Yönetmen Alper Çağlar tüm bunları yaparken, özellikle yan karakteri canlandıran ‘Damat Ferit’i karikatürize haliyle eğlence bombardımanı olarak kullanması ve sürekli gölgeli ışık oyunlarıyla resmetmesi ile sokak sahnelerinde de bu görsel tercihin öne çıkması, filmin tür kırması bir iskelete de kavuşmasını sağlıyor. Öyle ki “Büşra”, zamanla kara film, aşk filmi, gangster filmi kırması bir yapıya bürünüyor.

Bir absürd komedi olarak anılabilir

Ancak esasen bir absürd komedi olarak görülebilir. Zira “Büşra”nın birincil amacı toplumun bütün kesimlerinde yalnızlık ile gelen absürdlükleri ele almak. Yoga yapan sevgili karakterinden tutun, Büşra’nın müslümanlığa aşırı bağlılığına, Yaman’in kapitalist yozlaşmasından ‘damat’ karakterinin ‘Türk erkeği’ triplerine kadar bütün toplumdan ve insanlardan bir absürdlük çıkarıyor. Bu durumları da aslında zekice kullanıyor.

Zaten bu gelenek de çizgi roman mantığının özünde vardır. Eleştirilecek şeyler dramatizasyonla değil de ince ‘hiciv’ (taşlama) dokunuşlarıyla perdeye yansıtılır. Absürdlükler yaratır. Belki de filmin sözünü ettiğimiz tür kırması iskeletinin de ana sebebi bu durum olarak gösterilebilir.

Bu çoktan seçmeli yapı, Amerikan klasik sinemasının gramerine dramatik yapısıyla da katkı yapıyor aslında. Öyle ki genelde ‘hikaye anlatma sineması’, bir süredir bütün türleri içinde bulunduyor. Çağlar’ın da zaten kanımca bu grameri uygulayan sayılı Türk yönetmen arasına zamanla girmesi şaşkınlık yaratmamalı. Bu durum ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin yönetmenin; Mahsun Kırmızıgül, Abdullah Oğuz, Ömer Faruk Sorak, Togan Gökbakar ve Sinan Çetin gibi yönetmenler arasındaki yeri garanti gibi.

Kurgusu ve yönetmenliği birinci sınıf

Burada hikayesini Hollywood standartlarında bir işçilikle anlatması da ilerleyen günlerde belki ‘çizgi roman estetiği’ni sinemaya kazandırmasını sağlayacak. Çağlar’ın senaryo ve yönetmenliğin yanında filmin kurgusunu da üstlenmesi ise bu konudaki hakimiyetini ispatlıyor. Özellikle paralel kurgu (cross cut), uyum kesmesi (match cut), cutaway (alakasız bir yere kesme – absürd espriler için kullanılır genelde) gibi tekniklerin tempo yükseltmeye katkı yapar şekilde özel sekanslar dokumaları, filmin hem mizah tonunu hem de izlenirliğini arttırıyor. Örneğin süpermarket ile araba arasındaki kesmelerdeki devamlılık ustalığı gibi konulara dikkat çekmek lazım...

Aslında nihai sonuçta Çağlar, ‘Pamuk Prenses’, “Rezervuar Köpekleri” (“Reservoir Dogs”, 1992), “Yıldız Savaşları” (“Star Wars”, 1977), “Selvi Boylum Al Yazmalım” (1978) gibi ilginç referansları da kullanan bir aşk filmi dokuma amacıyla yola çıkmış. Bu imkansız aşk hikayesinin daha postmodern ve yenilikçisi “Uzak İhtimal”de yapıldığı için yüzde yüz anlamda başarıya ulaşamıyor belki. Ancak türbanlı ailelerin düzeni ve dayatmalarıyla ilgili gerçekçi tespitler yapmasıyla dikkat çekiyor.

‘Maskeler’in altına sığınıyoruz

Yaman karakterinin romanının adından yola çıkarak, dramatik yapısında ‘maskeler’ meselesini kullanması da aslında toplumun bastırılmış ruhlardan ibaret olduğunu ve kimsenin istediğini yapamadığını vurguluyor. Bu entelektüel kesim, zengin kesim, sağcı kesim, solcu kesim farketmeden cereyan ediyor elbette. Yani bir ikiyüzlülük hakim toplumun içinde. Kimse maskesini çıkartıp gerçek benliğini sergileyemiyor. İnsanlar, oynamayı daha kolay ve rahat buluyor.

Tabii bazı sahnelerde ‘fazla şekilci sembolizm’e başvurması, aslında ilk filmini çeken bir yönetmenden beklenecek ufak tefek hatalar. Burada önemli olan da zaten Türkiye’de yapılmaya cesaret edilmeyen bir şeyi, hem tarafsızca bir o kadar da eleştirel bir şekilde sinemaya taşıması Alper Çağlar’ın. Başrolünde türbanlı bir kız oynuyor diye filmin sağcı olması gerekmiyor zaten öyle değil mi?

Künye:

Büşra
Yönetmen: Alper Çağlar
Oyuncular: Mine Işık, Tayanç Ayaydın, Çiğdem Batur, Coşku Cem Akkaya
Süre: 119 dk.
Yapım Yılı: 2010

İSMİ KOYARKEN İKİ DAKİKA DÜŞÜNSEYDİNİZ...

Bu ilk film, Türkiye’deki kenar mahalle kültürünü İstanbul’un unutulmuş semtlerinde yaşayan karakterlere bakış atarak anlatmaya soyunuyor. Ancak ne kara komedi, ne de gangster filmi adlarıyla anabileceğimiz yapıt, daha çok iki kafadarın hikayesi olarak akmayı seçiyor. Böyle olunca da sadece ‘sosyal gerçekçi yönü güçlü’ ve ‘hikayesiz’ bir eserle yüzleşiyoruz ister istemez…

Maddi anlamda düşmüş iki gencin, Selim ile Çaça’nın hikayesine bakış atıyor “Kara Köpekler Havlarken”. Bu tecrübesiz çiftin gangster dünyasında yaşadıkları çaresizlikler, yapıtın esas meselesi. Tabii bunu ele alırken ‘buddy-movie’ (iki kafadar filmi) formülünün kalıplarını kullanarak Hollywood geleneklerine meylettiği de söylenebilir eserin…

Uluslararası afiş tasarımı, filmden iyi

Ancak bu, nihai sonuçta gangster filmi ile sosyal gerçekçi sinema arasında kalan bir eser. İlginçtir bu kadar iddialı bir isimle çıkıp “Paramparça: Aşklar ve Köpekler”e (“Amores Perros”, 2000) gönderme yapmasına ve Çeliktepe, Gültepe gibi semtlerin yerel halkı ile lehçesine adapte olduğunu iddia etmesine karşın, iddialı hedeflerini başarıya ulaştıramıyor. Öyle ki filmin “Blag Dogs Barking” yazılı İngilizce afişinin tasarımı kendisinden iyi, ilginç bir şekilde. Uluslararası festivallere kabul etmesinin en önemli nedeni, bu durum olarak görülebilir.

Zira Maryana Gorbach ile eşi Mehmet Bahadır Er, HD’nın sallantılı halinden el kamerasının gerçekçi duygusunu yaratmaya soyunmuşlar sözde. Ancak ilginçtir onun buradaki kullanımı dünya sinemasında dogma zamanındaki görsel dünyayı getiriyor akıllarımıza. Yani aşağı yukarı üzerinden 15 yıl geçmiş bir sinema estetiğini…

Tabii tüm bunların üzerine ilerlemeyen bir hikaye, özensiz bir yapım tasarımı gibi şeyler de eklenince sadece mafya patronu rolündeki Erkan Can’ın performansıyla tatmin olmaya mahkum bırakılıyoruz.

Köpekleri öldürmek suç değil mi?

Üstüne üstlük köpekleri siyaha boyayıp ‘kara film’in ‘kara’lığına katkı yapmak isterken, kendilerini yalayan hayvanlardan biri ölmüş diye duyduk! Birincisi, bir sinema filmi için hayvan öldürmek, ahlaksızlıktan ve cinayetten başka bir şey değil; ikincisi, filmin ‘kara köpekler’ olayının çok da işevsel bir yanı yok sinema dilinde. Çok zekice bir yapı kurulmuş olsa hadi neyse diyeceğiz. Yani bir hiç uğruna gitmiş hayvan.
Neyse ki bu sezon içinde “Başka Semtin Çocukları” ve “40” gibi kenar mahalle kültürünün üzerine giden zeki ve iyi çekilmiş filmler izledik. Yoksa sadece bu filmi seyretmiş olsaydık, Türk sinemasının bu alt kültürü görselleştirmesine dair umutlarımızı kesebilirdik.

Künye:

Kara Köpekler Havlarken
Yönetmen: Maryana Gorbach, Mehmet Bahadır Er
Oyuncular: Cemal Toktaş, Volga Sorgu, Erkan Can
Süre: 88 dk.
Yapım Yılı: 2009

‘FİKİR İYİ, FİLM VASAT’

Uzunca saçları ve yüzüğüyle Fikret, hayatını Boğaz Köprüsü’nde gizlice gül satarak idame ettirmektedir. Umut, Taksim-Bostancı hattında işleyen bir dolmuşta şoför görevini üstlenirken; Kayseri’den Boğaz Köprüsü’ne trafik polisi olarak atanmış olan Murat ise şehrin yalnızlığına hapsolmuştur. Bu üçlünün yolları ise Boğaziçi Köprüsü’nde kesişecektir.

Filmle ilgili geniş bilgiye ‘fikir iyi, film vasat’ başlıklı 16 Kasım 2009 tarihinde yazdığım yazıdan ulaşabilirsiniz. Şirketler vizyon tarihleriyle o kadar çok oynuyorlar ki bu filmin de gösterime giriş günü son anda 19 Mart 2010’a çekildi maalesef...
Ana Sayfa
Manşetler
Video
Yenile