Sonuçta ara yol bulundu. Merkel, bir önceki ziyaretinde olduğu gibi kalbinde “imtiyazlı ortaklık” yatsa da ahde vefa ilkesi gereği ucu açık müzakerelerin devamından yana olduğunu belirtti.
Bu tavrın Türkiye’yi kesmesi mümkün değil. Nitekim Başbakan Erdoğan da bunu gayet açık yüreklilikle her fırsatta dile getirdi. Ancak sorun artık “imtiyazlı ortaklık”ta değil. Türkiye açısından AB üyeliği giderek tavsayan bir hedef haline geldi. AB’nin kendisi kısa vadede genişleme politikasını sürdürebilecek durumda değil. Hem kurumsal olarak yaşadığı kriz hem de kamuoylarının bu konudaki keskin karşıtlığı nedeniyle.
Böylesi bir manzara karşısında ister istemez Türkiye’de de AB üyeliğinin getireceği ve götüreceği de sorgulanıyor. Zira bakıldığında AB ile entegrasyonun üçte iki oranında tamamlandığı bir evrede üyelik konusundaki kuşkular derinleşiyor. Üstelik kuşku, Türkiye’nin AB üyeliğini bir “sömürgeleşme” diye nitelendiren kavram yoksunlarıyla da sınırlı değil.
Yaşanan ekonomik krizin etkisiyle yaşlanan bir AB ile genç nüfusa sahip bir Türkiye’nin aynı ekonomik parametreler içinde siyaset belirleyemeyeceklerini söyleyenler var. Stratejik olarak birden çok denklemin içinde yer alan Türkiye’nin dış politikasında AB kısıtlmalarına teslim olmaması gerektiğini savunanlar var. Bunun ötesinde Batı ile ilişkilerin düzeyini düşürerek şu sırada hayal gibi gözüken Asya merkezli bir dünyada yer almak gerektiğini önerenler de bulunuyor.
Siyasi iktidarın AB hevesi kendisi için gerekli değişimleri yaparken yaslanılacak meşru dayanak bulmakla sınırlı. Muhalefet her ne kadar söze döktüğü ölçüde AB karşıtı değilse de içerideki düzenin savunuculuğunu yapmaktan ve milliyetçiliğe yaslanmaktan vazgeçemiyor.
Bu durumda gerçekten de AB ilişkisinden ne istediğimiz konusunu dürüstçe ve açıkça tartışmak gereken bir döneme girdik. Bir yandan son kriz nedeniyle AB’nin yaşadığı krizin nasıl sonuçlanacağını iyi kavramak zorundayız. Diğer yandan iç siyasette nasıl bir düzen istediğimize bağlı olarak bu üyeliğin artı ve eksisini tartışmalıyız.
Son beş yılın açıkça ortaya çıkardığı bir gerçek var. AB üyelik sürecinin ve bunun zorladığı kriterlerin disiplini olmadan Türkiye hukuk üstünlüğüne dayalı bir demokrasi pratiği üretemiyor. Kanımca son Anayasa paketi tartışmalarının da bir boyutunu bu gerçek teşkil ediyor. Eğer Türkiye’nin AB tanımlarına uygun bir demokrasi olmasını arzu ediyorsanız o zaman üyelik süreci ve üyeliğin kendisi de önem kazanıyor.
Üyelik de belki geçmişten farklı olarak yalnızca kulübe kapağı atmaktan daha farklı bir şekilde tartışılmak zorunda. Bunun için hem kavramları daha doğru kullanmalı ve berraklaştırmalıyız hem de Türkiye’ye ait bir Avrupa vizyonunu da şekillendirmeliyiz. Aksi halde AB ile ilişkilerimizin uzunca bir dönemine hakim olan “mış gibi yapmak” tavrına mahkum oluruz. Eğer Türkiye’nin AB perspektifi Başbakan Erdoğan’ın Der Spiegel dergisine verdiği mülakatta vurguladığı gibi “batı ile 1,4 milyar Müslüman arasında köprü” olmaktan ibaretse bu artık yeterli değildir. Böyle bir işlev için üyelik şart da değildir. Tıpkı enerji köprüsü olmanın şart olmadığı gibi.
Anayasa paketini tartışırken AB üyeliğini neden istediğimizi düşünmek ve o şekilde yaklaşımımızı belirlemek gerekecek sanırım.
Soli Özel: AB'yi yeniden düşünmek
Almanya Başbakanı Angela Merkel'in Türkiye ziyareti pek çok bakımdan garipliklerle doluydu. Merkel'in Türkiye'ye gelmeden önce gazetecilerle yaptığı söyleşide tam da ziyaretine gideceği ülkenin bam teline basması bunlardan birisiydi.