Hiç soğumayan Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanı mücadelesi, alandaki en aktif iki ülke olan Türkiye ve Yunanistan'ın karşılıklı hamleleriyle daha da karmaşık bir hale geldi. Bu noktadan hareketle, bu makalede iki tarafın tezlerini ve bölgede bizi hangi gelişmelerin beklediğini kısaca anlatmaya çalışacağım. Daha önce de pek çok kez dile getirdiğim gibi, Türkiye'nin ve Kıbrıslı Türklerin uluslararası alanda verdiği hukuk mücadelesi sadece hukukla ilgili bir mesele değil. Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) dönemi sonrası daha da karmaşık hale gelecek olan Doğu Akdeniz jeopolitiğinde siyasi, diplomatik ve askeri yetenek gerektiren bir mesele.
Yunanistan'ın izansız politikası
Öncelikle Yunan dış politikasını kısaca anlamakta fayda olduğunu düşünüyorum. Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de son yıllarda yaptığı askeri, siyasi ve diplomatik hamlelerden hiç memnun kalmayan Yunanistan'da Türkiye karşıtı, provoke edici demeç ve kamuoyu algısının arttığını gözlemlemekteyim. Siyasi kanat Türkiye'yi saldırgan olmakla ve uluslararası hukuka saygı duymamakla suçlarken, Yunanlıların deniz geleneğine sürekli atıflarda bulunan medya kanadı ise Ege'nin ve Doğu Akdeniz'in bir Yunan gölü olduğuna inanmış durumda. Bu inanç, asırlardır süren bir yanılsamanın çok daha ötesine geçmiş durumda.
Yunanistan'ın Osmanlı İmparatorluğu'ndan bağımsızlığını kazandığı 1829'dan sonra Megali İdea (Büyük Fikir) siyaseti altında Yunanca konuşan tüm bölgeleri yeni kurulan devlete katma amacı, Yunan dış politikasının bugüne dek süren temel yapıtaşlarından biri olmuştur. Yunan devletinin sınırlarının o tarihten sonra neredeyse üç kat daha genişlemiş olmasına ve aralarında önemli Türk nüfus bulunduran on iki ada dahil olmak üzere Ege denizindeki neredeyse tüm adalara hâkim olunmasına rağmen, bu fikir hiçbir zaman doyuma ulaşmamıştır.
Bu fikrin kısa vadedeki en önemli iki hedefi ise Akdeniz'in en büyük üçüncü adası olan Kıbrıs ve Arnavutluk sınırları içinde kalan Kuzey Epir (Epirus) bölgesidir. Özellikle Kıbrıslı Türklere uygulanan siyasi ve ekonomik baskılar ve beşinci kol faaliyetleri, bu siyasetin canlılığını gösteriyor.
Yunanistan sınırlı nüfus, kara parçası, askeri ve ekonomik güce rağmen, siyasi anlamda elindeki tek koz olan adaları kullanarak Doğu Akdeniz'de yayılmacı bir siyaset izliyor. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) deniz yetki alanlarının “orta hat” ilkesine göre belirlenmesi gerektiğini ve adaların da kendilerine ait karasuları olduğunu savunuyor. Böylelikle orta hat çizgisinin, olması gereken ana karalar değil, Yunan adalarından itibaren uygulanması gerektiğini öne sürüyorlar.
Bir başka ifadeyle Türkiye ile Yunanistan arasındaki kıta sahanlığının, Meis Adası da dahil olmak üzere “en yakın Yunan adaları ile Anadolu arasından geçen ortay hatta dayandırılmasını” ve böylelikle Türkiye'nin yaklaşık 104 bin km karelik bir deniz alanını kaybetmesine ve sadece Antalya Körfezi ile sınırlı kıta sahanlığı bırakılmasına yönelik bir siyaset izlemekteler.
Yunanistan'ın AB üyeliği kozu
Avrupa Birliği (AB) üyeliği Yunanistan'ın şımarık ve yayılmacı tavırlarını daha da körükledi. Günümüzde AB'nin kendi güvenliği için en çok önem verdiği iki konu olan göçmenler ve enerji transferi konusu, Yunanistan tarafından oldukça “başarılı” bir şekilde sömürülüyor. AB ülkelerinin Rusya'ya olan enerji bağımlılığını azaltmak istemesi ve Doğu Akdeniz'de yeni keşfedilen doğalgazın Avrupa pazarı için bir alternatif olabileceği düşüncesi ve bu gazın Kıbrıs, Yunanistan, İtalya güzergâhından Avrupa'ya taşınma ihtimali Yunanistan'a olan desteği artırdı.
Bunlara ilave olarak, daha önce Türkiye'ye de uygulanan “AB üyeliği umut tacirliği” ile Yunanistan kendi ulusal çıkarlarını AB'ye aday ülkelere dayatmaya çalışıyor. Bu siyasetle, Makedonya ile uzun süredir devam eden isim sorununu Makedonların geri adım atmasıyla birlikte “Kuzey Makedonya” adlandırmasıyla çözen Yunanistan, Arnavutluk'un AB üyelik sürecini de dayattığı deniz sınırlandırma anlaşmasının kabulüne bağlamıştır. 2009'da Yunanistan ile Arnavutluk arasında imzalanan deniz alanlarının sınırlandırılması anlaşması, Arnavutluk'un ulusal çıkarlarını zarara uğrattığı gerekçesiyle Arnavutluk Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti.
Gerçekten de bu anlaşmanın Arnavutluk'a önemli kayıplar verdirdiğini söyleyebiliriz; çünkü ortay hat Arnavutluk ana kıtasından başlarken Yunanistan için Arnavutluk'a en yakın adasından başlamıştı. Daha trajik olan şey ise Yunanistan'ın ortay hat çizgisini başlattığı yerin, üzerinde yaşam dahi bulunmayan hatta gelgitlerle zaman zaman kaybolan Barketa kayası olmasıydı. Yunanistan Arnavutluk anlaşmasını Türkiye'ye karşı bir koz olarak kullanarak, üzerinde yaşam olmayan kayalıkları bile Türkiye'ye karşı emsal olarak kullanmak istemektedir.
İtalya anlaşmasıyla Yunanistan kendisiyle çelişti
Türkiye'nin Libya'daki başarılı hamlesinden sonra Yunanistan'ın telaşa kapıldığını ve 1977'den beri kabul etmediği İtalya deniz yetki anlaşmasını 9 Haziran'da imzaladığını görüyoruz. Buradaki en ilginç ikilem, Türkiye, Libya ve Arnavutluk'a karşı adaların karasuları olması tezini tüm agresifliğiyle savunan Yunanistan'ın, AB üyesi İtalya'ya karşı bu temel tezinden vazgeçmesi ve bu anlaşmanın anakara sahilleri esas alınarak yapılmasıdır.
Yunanistan'ın içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi darboğaz ve uzun zamandır ülkeye sinmiş olan rant anlayışının bu siyasette rol oynadığını belirtmekte fayda var. Üretimi son derece sınırlı olan ve AB'nin büyük ekonomik güçlerine bağımlı olan Yunanistan, umudunu Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon yataklarına bağlamış durumda.
Türkiye'nin her anlamda tezleri uluslararası hukuka uygun
Öte yandan Türkiye, uluslararası hukuka göre yarı kapalı deniz statüsünde olan Doğu Akdeniz'de deniz yetki alanı sınırlandırmalarının ancak bütün ilgili ülkeler arasında ve bütün tarafların hak ve çıkarlarını gözetecek şekilde, hakkaniyet ilkesine dayalı anlaşmalarla belirlenmesi gerektiğini savunuyor. Daha detaylı anlatacak olursak, Türkiye hukuki argümanlarını, aşağıdaki gibi, uluslararası hukukta sağlam temelleri olan prensiplere dayandırıyor:
- Coğrafyanın üstünlüğü: Sınırlandırmalar yapılırken ana karaların esas alınması, ortay hattı bozan adaların deniz yetki alanlarının karasularıyla sınırlı olması.
- Oransallık: Sınırlandırmalarda devletlerin sahip olacakları deniz yetki alanlarının kıyı uzunluklarıyla orantılı olması gerektiği ki bu noktada Doğu Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip olan ülkenin Türkiye olduğunu bir kez daha vurgulamakta fayda var.
- Ekonomik aktivite ve demografik durum: Ülkelerin nüfus yoğunluğu ve ekonomik aktivitelerinin de göz önünde bulundurulması.
- Kapatmama: Sınırlandırmaların başka bir devletin kıyılarına yakın adaların bu ülkenin denize açılımını engellememesi.
Türkiye'nin tezini destekleyen çok sayıda uluslararası mahkeme kararı ve devlet uygulaması bulunuyor. Buna ilave olarak, Türkiye resmi olarak tanımadığı GKRY hariç tüm kıyıdaş Akdeniz ülkeleriyle deniz sınırlarının belirlenmesi için diyaloğa hazır olduğunu deklare etmiştir.
Libya mutabakatının önemi
Bu noktada Libya'nın Türkiye'nin Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve hidrokarbon siyaseti için ne kadar önemli olduğunu vurgulamakta fayda var. Kanaatimce uluslararası kamuoyu Türkiye'nin neden Fayiz es-Serrac hükümetini sonuna kadar destekleyeceğini hâlâ tam olarak kavrayabilmiş değil. Türkiye'nin Libya'da bulunma nedeni, diğer dış aktörler gibi sınırlı bir stratejik katılım değildir. Yukarıda bahsettiğim Yunanistan'ın Doğu Akdeniz stratejisinin engellenmesi ve Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki yasal ve siyasi haklarını savunabilmesi için Libya hayati önem taşıyor.
Uluslararası hukuka tamamen uygun olarak ve Türkiye'nin savunduğu yukarıda bahsettiğim uluslararası hukuk prensiplerine uygun olarak yapılan Türkiye-Libya Mutabakatı sadece Türkiye'nin değil, Libya'nın da Doğu Akdeniz'deki hak ve çıkarlarının korunmasını sağlamıştır. Bu anlaşmada Yunanistan'ı en fazla kızdıran hususlardan biri de Libya'nın daha önce Yunanistan'a kaptırdığı yaklaşık 36 bin kilometrekarelik bir bölgeyi geri kazanmış olmasıdır. Bu anlaşmanın bir başka önemli boyutu da diğer bölge ülkelerinin GKRY ile yaptığı deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmalarını gözden geçirmeye teşvik etmiş olmasıdır.
Ayrıca Türkiye'nin bölgesel rakipleri olan Yunanistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Fransa ve Rusya'nın darbeci general Halife Hafter'e verdikleri destek, Libya hükümetinin düşmesi halinde, Kıbrıs ve Suriye gibi diğer meselelerde Türkiye üzerindeki siyasi baskının artacağını gösteriyor. Bunlara ilave olarak, Libya'da önemli ve siyasi-ekonomik hayatta etkili bir Türk nüfus oluşu, Türkiye'nin Libya'nın yeniden yapılanma sürecinde kilit rol oynamasını zorunlu hale getiriyor.
Türkiye ne yapabilir?
Peki Doğu Akdeniz'deki bu büyük jeopolitik siyasi-hukuki savaşta Türkiye bundan sonrası için hangi adımları takip etmeli?
Yunanistan'ın çığırtkan sindirme siyasetine karşı, Türkiye'nin yaygaralara kulağını tıkayarak hem sahada hem de diplomaside etkin bir şekilde yoluna devam etmesi gerekiyor. Yakın zamana kadar AB üyelik süreci ve Kıbrıs'ta çözümü desteklemek adına Doğu Akdeniz'de gerilimden kaçınan bir tutum izleyen Türkiye daha aktif bir siyaset sergileyerek öncelikle Libya, daha sonra ise Lübnan, İsrail ve Mısır ile anlaşarak münhasır ekonomik bölgesini ivedilikle ilan edebilir. Şu an ikili ilişkiler çok iyi olmasa da, ortak çıkarlar göz önünde bulundurulduğunda, Mısır ile ana kıtalar ortay hat prensibine dayalı olacak şekilde yapılabilecek bir anlaşma bölgedeki tüm senaryoyu değiştirecek ve GKRY'nin bugüne kadar yaptığı tüm ikili anlaşmaları anlamsız hale getirecektir. Türkiye kendisinin ve KKTC'nin kıta sahanlığı haklarını kararlılıkla korumaya, Libya'nın meşru hükümetiyle işbirliği yapmaya ve diğer bölge ülkeleriyle yapıcı diyalog ve işbirliğine devam ettiği sürece, Yunanistan Doğu Akdeniz'in bir “Yunan gölü” olmadığını er geç anlayacaktır.
Yunanistan'ın uykularını kaçıracak analiz!
Yakın Doğu Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Hüseyin Işıksal, Yunanistan'ın Doğu Akdeniz'de sahiplik hezeyanından kurtularak, Doğu Akdeniz'in bir "Yunan gölü" olmadığını anlaması gerektiğini belirtti. Işıksal, Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de Mısır ile anlaşması durumunda bölgede tüm dengelerin değişeceğini ve Rum yönetiminin bugüne kadar yaptığı tüm ikili anlaşmaların anlamsız hale geleceğini ifade etti.