Ergenekon davası temyiz incelemesi 2’nci duruşmasında sanık Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un savunmaları alınıyor. Yargıtay’da görülen temyiz davasının 2’nci duruşmasını Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un kızı ve oğlu da takip ediyor.
PKK terör örgütünün eylemlerinin, Suruç saldırısından hemen sonra beklenmedik bir şekilde başladığına dikkat çeken Başbuğ, “Her gün şehitler veriyoruz. Yüreğimiz yanıyor. Şehit haberlerini takip bile edemiyoruz. Güneydoğudaki bazı yerleşim yerlerine ilişkin medyaya yansıyan görüntüler vahim ve endişe verici. Suriye hududunda Türk uçakları ile Rus uçakları burun buruna geliyor. Türkiye bu halde iken, bu gün ben neden Yargıtay’dayım? Bu sürece olağan bir süreç olarak bakabilir miyiz? Rutin bir yargılama süreci içinde olduğumuzu kabul edebilir miyiz? Elbette ki, hayır” dedi.
“BU İDDİANAMELERİ HAZIRLAYAN KENDİ ÜLKEMİZDEKİ BU SAVCILAR, BİR DÜŞMAN ÜLKENİN SAVCISI KADAR BİLE ADİL OLAMADILAR”
Görevlerinden uzaklaştırılan, suç örgütleri ile ilişkili oldukları ileri sürülen, kimi şuanda tutuklu olan, kimi de yurtdışına kaçan savcılar tarafından bu iddianamelerin hazırlandığını belirten Başbuğ, şöyle devam etti:
“Üzülerek söylüyorum; bu iddianameleri hazırlayan kendi ülkemizdeki bu savcılar, bir düşman ülkenin savcısı kadar bile adil olamadılar. Özel Yetkili Mahkemeler ise bu kararlara imza atan mahkemelerdir. Bu mahkemeler AYM’nin ihlal kararlarının üzerine alelacele kapatılan mahkemelerdir. Bu mahkemeler neden kapatıldı? Görevleri bittiği için mi? Yoksa işledikleri hukuk cinayetleri ayyuka çıktığı için mi? Bu mahkemelerin hakimlerine ne oldu? Bazıları görevlerinden uzaklaştırıldı, bazıları suç örgütü içine sokuldu, bazıları da tutuklandı. Bu savcıların ve hakimlerin aldıkları kararların hukuk değeri taşıdığını söyleyebilir miyiz? Bu iddianameler ve kararlar üzerinden hareket ederek, davaların yeniden yargılanmasını veya temyizini yapmak ne kadar adil ve doğru bir durumdur? Türkiye ve 16. Ceza Dairesi olarak sizler bir ilkle karşı karşıyasınız. Böyle bir durum Türkiye’de daha önce yaşanmadı.”
“TSK’YA KARŞI YAPILAN BU KOMPLOLARIN PLANLAYICI VE İCRACILARININ YAKALANIP, ORTAYA ÇIKARILIP, ADİL ŞEKİLDE YARGILANMALARINI İSTİYORUM”
Birinci sorumluluğunun bu süreçte hayatlarını kaybedenlere karşı olduğunu söyleyen Başbuğ, “İkinci sorumluluğum; bu davalar süresince özellikle Beşiktaş Adliyesinde ifade verirken, kendilerini kendi topraklarımızda, yani Türk topraklarında; “yabancı bir ordunun askeri gibi” hisseden, bu acıyı yaşayan, arkadaşlarıma karşıdır. Bu acıyı kimse unutturamaz. 11 Şubat 2011 günü Silivri’de Balyoz Davası duruşması sonunda yaşatılan acıyı da kimse hafızalarımızdan silemez. Üçüncü sorumluluğum; tarihe karşıdır. Belki bugün Türkiye’nin ve Türk Milletinin bu davalar karşısında yorulduğunu söylesek, pek yanlış olmaz. Ama, ileride mutlaka birileri bu dönemin tarihini sebep ve sonuç ilişkilerine dayanarak yazacaklardır. İşte onlara yardımcı olmayı da bir görev olarak kabul ediyorum. Dördüncü sorumluluğum ise; TSK’ya karşı yapılan bu komploların planlayıcı ve icracılarının yakalanıp, ortaya çıkarılıp, adil şekilde yargılanmalarını sağlamaktır. Bu olmadan, bu davalar, bu süreç bitmez” ifadelerini kullandı.
“BUGÜN TÜRKİYE’NİN KARŞI KARŞIYA KALDIĞI BÜYÜK SORUNUN ARKASINDA; TEMELDE İKİ AYRI MİLLET OLMA İDDİASI VE DAVASI YATMAKTADIR”
ABD’nin dünyanın en güçlü ulus devleti olduğunu sözlerine ekleyen Başbuğ, şöyle devam etti: “Aslında ulus devlet yapısı, ABD’ni dünyanın en güçlü devleti yapmıştır. Türkiye’nin ulus devlet yapısına yönelik, Cumhuriyetin ilk günlerinden beri iki tehdit olmuştur. Bunlar; etnik milliyetçilik ve laiklik karşıtı hareketlerdir. Her zamanda, bu iki tehdit dışarıdan destek görmüştür. Kürt etnik milliyetçiliği ne zaman başladı ve ne sonuçlar doğurdu, bunların ilk önce doğru anlaşılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğunda; Türkiye, Irak ve Suriye’de yaşayan Kürtler, Osmanlının hükümranlığı altında, Osmanlı topraklarında yaşıyorlardı. Kürt etnik milliyetçiliği, Osmanlı Kürtlerinin 20. Yüzyılın başında, kendi iradeleri dışında, büyük devletlerin uyguladığı Ortadoğu politikası neticesinde, üç devlet arasında, yani Türkiye, Irak ve Suriye’nin bölünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yapılanma, Türkiye açısından bir iç ve dış güvensizlik ortamı yaratmıştır. Irak ve Suriye’de günümüzde yaşanmakta olan gelişmeler, Kürtleri artık o bölge siyasetinin yarı-devletleşmiş veya kilit aktörü haline getirmiştir. Bu gelişmeleri, kendi milli güvenliği açısından, iç ve dış güvensizlik sorunu olarak gören, Türkiye’nin olası Kürt devleti veya devletlerini engellemeye çalışması doğru anlaşılmalı ve doğru okunmalıdır. Bu konudaki Türkiye’nin endişeleri dikkate alınmalıdır. Olası Kürt devleti veya devletleri ile birleşmeyi bu gelişmelere bir çözüm olarak düşünenler ise, böyle birleşmelerin diğer bölge devletleriyle, Irak ve Suriye gibi devletlerle savaşma riskini doğurabileceğini ve Türkiye’nin siyasi yapısının da, federal yapıya geçmeye zorlayacağını böyle bir sonucun ise Türkiye’yi daha da fazla zayıf kılacağını görmezlikten gelmektedirler. Türkiye, 1984 yılından beri PKK terör örgütü ile mücadele etmektedir. TSK yürütülen bu mücadeleyi şu stratejiye dayandırdı: Terörle mücadele devlete ait bir görevdir. Bu mücadele devlet tarafından topyekun şekilde, milli gücün bütün unsurları kullanılarak, koordineli ve etkin şekilde yürütülmelidir. Başta ABD olmak üzere uluslararası güç özellikle Irak’taki gelişmeleri de dikkate alarak, Türkiye’ye PKK terör örgütünün etkisizleştirilmesi için “siyasi çözüm”ün uygun olacağını ifade ediyorlar.
TSK ise yaşanılan sorunu hiçbir zaman “siyasi sorun” olarak görmedi. Sorun, “terör sorunu” idi. “Siyasi Çözüm”ün önündeki temel engel, elbette TSK idi. Zaten bu önemli noktayı; örgütün lideri şu sözleri ile ortaya koymuş idi: “Ben Türk Ordusunu yenemem, Türk Ordusu çok güçlü. Türk Ordusunu yenemesem de öyle bir yüksek fatura çıkartırım ki, belirli bir konjonktür gelir, masaya oturmaya mecbur bırakırım. Hiçbir demokratik yoldan işbaşına gelmiş iktidar benimle masaya oturamaz. Bunu başta asker engeller.”
O zaman, TSK halkının gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi. Peki “siyasi çözüm” ile istenilenler nedir? PKK, ulus devlete karşıdır. KCK sözleşmesinin önsözünde şöyle yazılmıştır: “Ulus devlet sistemi 20. yüzyılın sonlarına doğru toplumsal gelişmenin, demokrasi ve özgürlüklerin önünde en ciddi engel durumuna gelmiştir. Çıkış yolu; Demokratik Konfederatif Sistem’dir.” Bu nedenle, PKK’nın Türkiye’den istediklerinin başında; yapılacak bir anayasal reform ile “Kürt kimliği” nin anayasal olarak tanınması gelmektedir. Başlangıçta bu istek bazılarına çok doğal olarak gelebilir. Ancak, basit gibi görülen isteğin altında, esasen Türkiye’nin “iki milletli” bir devlete dönüştürülmesi yatmaktadır. Yani, ayrılıkçı Kürtlerin ayrı bir millet olma iddiasıdır, asıl gerçekleştirilmek istenilen. Biliniz ki, ayrı bir millet olma iddiasını, ayrı bir siyasal egemenliğe sahip olma iddiası takip eder. Başımızı kuma gömmeyelim, bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı büyük sorunun arkasında; temelde iki ayrı millet olma iddiası ve davası yatmaktadır.”
“TSK BU GÜNE KADAR HİÇBİR ZAMAN DİN KARŞITI OLMADI”
TSK’nın bugüne kadar hiçbir zaman din karşıtı olmadığına dikkat çeken Başbuğ, “Sadece; Anayasanın 24. maddesinde yer aldığı şekilde, “siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfus sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilmesine, kötüye kullanılmasına” karşıdır. 2002 yılında ABD’de iktidara gelen yeni muhafazakar (neo-con’lar) Ortadoğu’nun şekillendirilmesi için “Ilımlı İslam” düşüncesini ortaya koydular. Onlara göre; Ilımlı İslam altında, bir İslam ülkesinde, yasaların tümü dini kurallara dayandırılmayacak, ancak toplumun talebi doğrultusunda bazı yasaların dini esaslara dayandırılması mümkün olabilecektir. Türkiye’de, Ilımlı İslam için bir model ülke olabilirdi. Mart 2004’de Genelkurmay Başkanı olarak resmi bir gezi nedeniyle bulunduğum ABD’de bana “Ilımlı İslam” hakkında ne düşündüğüm soruldu. Verdiğim cevap şöyle idi: “Türkiye’nin model olma gibi bir iddiası yoktur. Ilımlı İslam devleti modeli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laik hem Ilımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri, ya diğeri olur. Türkiye, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu özellikleri benimsemek isteyen varsa, sorun yok.” Böylece, belki de bu konuya açık şekilde cevap veren, ilk Türk yetkilisi olmuştum. Neo-con’ların düşüncesine Türkiye’de karşı çıkacak ana güç elbette TSK olacaktı. TSK’nın etkisizleştirilmesi elbette bu açıdan da yararlı sonuçlar doğuracaktı” diye konuştu.
“LAİKLİK KARŞITI HAREKETLERİN VE GÜLEN CEMAATİNİN HEDEFLERİNE ULAŞMASI İÇİN EN BÜYÜK ENGEL TSK İDİ”
Obama yönetimi esnasında, Ilımlı İslam düşüncesinin terk edildiğini kaydeden Başbuğ, ifadesine şu şekilde devam etti:
“Fethullah Gülen’e gelince, özellikle ABD’nde kalmasına yardımcı olan isimlere bakılırsa, O; neo-conlar tarafından Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasında kullanılabilecek bir kişi olarak değerlendirilmiş olabilir. Sosyal devlet olgusunun zayıflaması, yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına, cemaatleşmeye itmiştir. Ancak, Gülen Cemaatinin bu beklentilerin üstünde hedefleri olduğu çeşitli istihbarat raporlarında yer almaktaydı. Başlangıçta bir noktaya açıklık getirmek isterim. Cemaat deyince, bir camiayı toptan ve baştan suçlu ilan etmek doğru değildir. Sözlerimiz; TSK’ne karşı yapılan komplolarda planlayıcı ve icracı olarak rol alanlara ve yapılanlara destek veren cemaat mensuplarına yöneliktir. Kara Kuvvetleri Komutanlığı dönemimde, bana çeşitli kanallardan iletilen bazı “duyumlar” özellikle Gülen Cemaatinin TSK içinde kadrolaşmaya çalıştığı ve TSK’nin sahip olduğu “milli ordu” niteliğine zarar verecek faaliyetler içinde olduğunu gösteriyordu. Bu kapsamda, TSK personeli arasındaki mezhep farklılıklarının kullanılmaya çalışılması en rahatsız edici konuların başında gelmekteydi. Görüleceği gibi; laiklik karşıtı hareketlerin ve Gülen Cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi. O zaman TSK halkın gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi. İşte yaşanılanda budur. Sivil-asker ilişkisi, yasalarla çizilen sınırlar içerisinde, karşılıklı samimiyete, güven ve itimada ve askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı gösterilmesine dayandırılmalıdır. Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır. Güvenlik ihtiyaçlarını, muhtemel hareket tarzlarını tespit ederek, ilgili makamlara iletir. Yetkili makamlar tarafından alınan kararları icra eder. Gerekli gördüğü hallerde de, Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır. Asıl sorun; Silahlı Kuvvetler adına, ordunun görüşlerini gerekli hallerde kamuoyu ile paylaşıp, paylaşamayacağından oluşuyor. Kimilerine göre; bu siyasete müdahaledir, yanlıştır. Başta AB olmak üzere, Türkiye’ye tavsiye edilen reformların başında, “Ordunun sesinin kısılması” da yer almakta idi. Güvenlik konuları içerisinde, yetki ve sorumluluklarınınız içinde kalarak, konuşmalarınızda suç unsuru oluşturacak hususlar olmadıkça, Ordunun adına; gerek duyulan hallerde Genelkurmay Başkanı’nın bir görüş bildirmesinden doğal bir şey olamaz.
Demokrasinin beşiği olan ülkelerde, ABD’de, İngiltere’de bu konuda yaşanan çok sayıda örnek vardır. Siyasi otorite, konuşmadan memnun olmazsa elbette, ilgili kişiyi görevden alabilir. O zaman neden Ordunun adına, Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasından çekinilmektedir. Cevap basittir. Halkın orduya duyduğu güvenin çok yüksek olmasından dolayı, gerekli görülen durumlarda, TSK’nin görüşlerini kamuoyu ile paylaşmasından rahatsızlık duyulmaktadır. O halde, ordunun sesi kısılmalıdır. Yapılan budur, büyük ölçüde de başarı sağlanmıştır.”
“2003’DEKİ 1 MART TEZKERESİNİN BEDELİNİ TSK’YA ÖDETMEK İSTEYENLER...”
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “milli ordu” oluşunun, Türk Ordusunun en güçlü yanını oluşturduğunu, ayrıca Türk ordusunun gücünü silahtan değil, ulusunun güven ve sevgisinden aldığını belirten Başbuğ, “Türk Ordusu, gücünün kaynağını silahtan değil, ulusunun güven ve sevgisinden, halkının yüreğinden alır. Milli orduda, milletimizin bütün bireyleri, etnik, dini ve mezhepsel hiçbir fark gözetilmeksizin çok değerlidir. Ayrıca, milli orduda yükselmeler sadece ve sadece “liyakat” esasına dayandırılır. Diğer konular hiçbir zaman yükselmede etken olamaz. Milli Ordunun bu niteliklerinden, özellikle liyakatın yükselmelerde tek kriter olmasından rahatsız olanlar olmuştur. O halde, ordunun sesi kesilmelidir. ABD, 2003 yılında icra edilecek Irak’ı Kurtarma Harekatı için Türkiye’de bir cephe açılmasını istedi. Ancak, bilindiği gibi bu konuya ilişkin Hükümet tezkeresi TBMM’de yeterli kabul oyu alamadı. Yapılan etkin propagandanın da etkisiyle, tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu TSK’nin üzerine yıkıldı. Bu olay belki de bardağı taşıran son damla oldu, TSK cezalandırılmalıydı. Derin devlet konusu, Türk siyasi hayatında, siyasetçiler tarafından sık sık kullanılan bir kavramdır. Eğer, buradan kastedilen “Ergenekon” davasında olduğu gibi bir “gizli” yapı ise; 50 yıl devletteki fiili hizmetim esnasında özellikle de devletin en üst düzeylerinde süren görevlerim sırasında böyle bir yapılanmanın varlığına şahit olmadım. Her ülkenin, anayasa ve yasalarla çizilmiş yasal yapılanmaları mevcuttur. Güvenlik konuları açısından da; görevde bulunduğum sürece; Türkiye’de yürütülen güvenlik politikalarının tespitinde ve uygulanmasında Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığının önemli rolü bulunmaktaydı. Bu üç kurumun ortak aklının bir sonucu olarak, Başbakanlığa sunulan güvenlik politikalarına ilişkin tekliflerinde, genel de kabul gördüğü de bir gerçektir. Ancak, bu hiçbir zaman; güvenlik politikalarının tespiti ve uygulamasından sorumlu olan Bakanlar Kurulunun yetki ve sorumluluklarının kısıtlandığı anlamına alınamaz. ABD’de de aynı yapılanma söz konusudur. Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve CIA bu yapılanmanın temel taşlarını oluşturur. Ama, son söz Başkan’a aittir. Türkiye içinde aynı durum geçerlidir. Başbakan’ın siyasi yetkisi ve sorumluluğu tartışılamaz. Eğer, burada bazı yanlışlıklar olmuş ise de, herhalde sorumluluk siyasi otoritede aranmalıdır. Burada esas önemli olan husus, Türkiye’nin güvenliğini ilgilendiren konularda, devletin hafızasını ve gücünü temsil eden, ortak aklın, yani Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı’nın görüşlerinin ne kadar alındığı ve ne kadar da dinlendiği noktasıdır. 2015 yılında, Türkiye’nin güvenlik sorunları açısından bir kaosa, kötü bir sarmalın içine girdiği ortadadır. Acaba, bu güvenlik sarmalına girilmesinde, “ortak aklın” yeterince kullanılmamış olması ve Ordunun sesinin kısılması ana nedenler midir? Neticede, Ulus-Devlet, üniter devlet ve laik devlet yapısından rahatsızlık duyanlar; Ilımlı İslam projesini hayata geçirmek isteyenler; 2003’deki 1 Mart Tezkeresinin bedelini TSK’lerine ödetmek isteyenler, TSK’nin “Milli Ordu” oluşundan rahatsız olanlar ve PKK terör sorununa “siyasi çözüm” arayanlar için engel TSK idi. O halde, TSK halkının gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi” dedi.
İşte İlker Başbuğ'un 'Ergenekon' İfadesi
Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Laiklik karşıtı hareketlerin ve Gülen Cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi. O zaman TSK halkın gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi. İşte yaşanılan da budur” dedi.