ANALİZ - Aşırı Sağ, Avrupa Birliği Değerlerini Tehdit Ediyor

Aşırı sağın kullandığı nefret söylemi bir yandan sokağa ve günlük dile yansıması nedeniyle toplumsal güvenlik sorunları teşkil ediyor, diğer yandan da kendini merkezde tanımlayan diğer partilerin söylemlerini dönüştürüyor Göç ve İslam karşıtı olduğu kadar AB karşıtı da olan aşırı sağ, yükselişini hemen her üye ülkede sürdürmekte Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana “kimlik” meselesinin gündeme geldiği AB'de Avrupalı olmanın ne anlam ifade ettiği, kimlerin Avrupa’ya gelebileceği, Avrupa’da yaşayabileceği, birliğin geleceği açısından ciddi biçimde sorgulanmakta Birlik üyesi devletlerin birçoğunda hükümetlerin koalisyonlar eliyle yürütüldüğü düşünülürse aşırı sağın artan oy oranlarının AB’nin geleceği açısından önemli riskler barındırdığı görülecektir Birçok üye ülkede yükselen göç karşıtı, yabancı düşmanlığı ve İslamofobik mesajların verildiği aşırı sağ söylemler, entegrasyonu zedeleyici bir atmosfer oluşturarak, AB’nin ortak politikalar çerçevesinde ilerlemesini ciddi anlamda zorlaştırıyor.

İSTANBUL -NURGÜL BEKAR- İki binli yılların başından itibaren Avrupa’da aşırı sağ akımların güçlenmesini sağlayan uluslararası ortam, bugün kendini daha fazla hissettiriyor. Önce ABD’de yaşanan İkiz Kuleler Saldırısı, ardından 2008 ekonomik krizi ve 2009’daki Arap Baharı’nın sonucu olarak Doğu’dan Batı’ya göçün hızlanarak artması, popülist ve aşırı sağcı fikirlerin AB ülkelerinde kendisine geniş alanlar açabilmesine imkan sağlamıştır. 2011 yılı itibarıyla ciddi bir sorun haline gelen Suriye meselesi ise sadece üye devletlerde değil, AB yönetim organlarında da değerler ve sisteme dair yeni tartışmaların çıkmasını kolaylaştırmıştır. Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana “kimlik” meselesinin gündeme geldiği örgütte, Avrupalı olmanın ne anlam ifade ettiği, kimlerin Avrupa’ya gelebileceği, Avrupa’da yaşayabileceği, birliğin geleceği açısından ciddi biçimde sorgulanmaktadır.

Bütünleşmenin ilerlemesi için bir dizi anlaşma imzalayan birlik, zorlu müzakerelerin ardından 2009’da yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması’yla yeni bir ivme kazanacağını düşünürken, Büyük Britanya’nın AB’den çıkışını isteyen, dolayısıyla AB değerlerine güvensizlik belirten Brexit kararıyla tam tersi bir durumla karşı karşıya kaldı. Üstelik bu güvensizlik sadece İngiltere’ye özgü değil, diğer üye devletlerin aşırı sağcı partileri de aynı görüşü paylaşmaktalar. Göç ve İslam karşıtı olduğu kadar AB karşıtı da olan aşırı sağ, yükselişini hemen her üye ülkede sürdürmektedir. Fransız aşırı sağcı lider Marine Le Pen, sosyal medya hesabından Brexit’i “özgürlüğün zaferi” olarak yorumlayıp, Fransa ve diğer AB ülkeleri için de AB’den çıkma konusunda referandum isteyebilmekte. Almanya’da ise 2018’deki son seçimlerde, aşırı sağ görüşler 1949’dan bu yana ilk defa federal parlamentoya girerek, ana muhalefet partisi haline geldiler. AB’nin dinamosu olan bu üç ülkedeki duruma ek olarak kurucu üyelerden Hollanda, İtalya ve Belçika’da da aşırı sağ, taraftar tabanını genişleterek siyasi güç bir haline dönüşmüş durumda.

Birliğin supranasyonal, yani ulus üstü uygulamalarına karşı çıkanlar ve bunu özellikle göç politikaları ve İslam karşıtı fikirler üzerinden ifade edenler Polonya’da, Çekya’da, Slovakya’da ve Macaristan’da olduğu kadar Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Avusturya’da özellikle 2010 sonrası seçimlerde oylarını arttırarak ulusal meclislerde güç kazandılar. Üstelik sosyal demokrasinin güçlü olduğu İsveç’te bile 9 Eylül 2018’deki seçimlerde aşırı sağcı Demokratlar Partisi oylarını yüzde 17,6’ya yükselterek önemli bir güç haline gelebildi. Danimarka’da 2015’teki seçimlerde aşırı sağcı Danimarka Halk Partisi yüzde 21,2 ile ikinci parti olurken, Finlandiya’da ise 2015 genel seçimlerinde Gerçek Finlandiyalılar Partisi yüzde 17,7 oy kazandı. Avrupa’daki çeşitli düşünce kuruluşlarının yaptığı araştırmalara göre bu yükseliş Avrupa Parlamentosu seçimlerine de yansıyacak. Çalışmalar aşırı sağ kesimin Parlamento’daki her üç sandalyeden birini kazanabileceğine işaret ediyor. Paradoksal bir biçimde Avrupa vatandaşlarının, dolayısıyla Avrupa bütünleşmesinin temsil edildiği Parlamento, aşırı sağ siyasetin ulusal parlamentolardan AB düzeyine taşınmasını sağlıyor. Bu durum aşırı sağın Birliğin işleyişi üzerindeki gücünü ve etkisini hem siyasi olarak hem de AB hukuku açısından artırıyor.

Birlik üyesi devletlerin birçoğunda hükümetlerin koalisyonlar eliyle yürütüldüğü düşünülürse aşırı sağın artan oy oranlarının, AB’nin geleceği açısından önemli riskler barındırdığı görülecektir. Bu riskleri temelde iki ana başlıkta toplamak mümkün: Aşırı sağın kullandığı nefret söylemi bir yandan sokağa ve günlük dile yansıması nedeniyle toplumsal güvenlik sorunları teşkil ediyor, diğer yandan da kendini merkezde tanımlayan diğer partilerin söylemlerini dönüştürüyor. Sadece merkez sağ değil merkez sol partilerin açıklama ve uygulamalarında bile popülist ifadelerin artmaya başlaması bunun göstergesi. Bir başka deyişle, merkez siyaset, aşırı sağa giden oyları geri kazanmak için daha milliyetçi ve korumacı politikalar ilan ederek popülist söylemlerde bulunuyor. Dolayısıyla aşırı sağ akımlar hem üye devletlerin iç politikalarını hem de AB’nin işleyişini değiştirme konusunda yüksek potansiyele sahip. Birçok üye ülkede yükselen göç karşıtı, yabancı düşmanlığı ve İslamofobik mesajların verildiği aşırı sağ söylemler, entegrasyonu zedeleyici bir atmosfer oluşturarak, AB’nin ortak politikalar çerçevesinde ilerlemesini ciddi anlamda zorlaştırmakta.

AB içindeki mevcut tartışmalarda bir taraf, uluslararası camiada ortak ve güçlü bir sesle konuşacak “tek Avrupa” isterken, diğer taraf kendi belirleme hakkını ve ulusal kabiliyetlerini kullanmayı istiyor. İkinci gruptakilerin aşırı sağ ve popülist söylemlerle siyaset yapması ve oy oranlarını sürekli arttırması ortaklık hissinin giderek zayıflamasına yol açıyor, bu da AB’nin kuruluş felsefesini temelden sarsıyor. Bu bağlamda 24-26 Mayıs 2019’da yapılacak Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri AB’nin entegrasyon hikayesinin ne yöne evrileceğini gösterecek, “tek Avrupa’nın” geleceğine dair en önemli ipuçlarını verecektir. Zira AP her ne kadar birlik içindeki en üst karar organı değilse de, 1979’dan beri yapılan doğrudan seçimlerle, AB üyesi ülkelerin vatandaşlarının tercihlerini yansıtıyor. Lizbon Anlaşması’yla getirilen bazı düzenlemeler, Parlamento’nun AB kararlarına daha fazla etki edebilmesini sağlarken AP’nin karar organları içindeki etkisi artırılmıştır. AB içinde daha fazla entegrasyon isteyenlerin mi yoksa üye devletlerin daha özgür hareket etmelerini isteyen grupların mı başarı sağlayacağı bu yüzden büyük önem taşıyor.

Bu durum AB değerlerinden sapılacağına dair endişeleri de arttırmakta. Nitekim AB yanlısı reformları savunan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron geçtiğimiz günlerde, aşırı sağcı bir liderin söyleyebileceği fikirleri dile getirerek İslam’ın Fransa için tehdit olduğunu ifade etti. Macron’un bu açıklamasını sadece yabancı düşmanlığı ve İslamofobi üzerinden değerlendirmek eksik olacaktır. Macron bu tutumuyla aslında tam da savunduğu –entegrasyon, uyum, farklı kültürlerin zenginliği gibi- AB değerlerine zıt bir tutum ortaya koyuyor. Zira günümüzde AB sınırları içinde yaklaşık 15 milyon Müslüman yaşıyor. Toplam Avrupa nüfusunun yüzde üçüne tekabül eden bu sayı bir anda ortadan kalkmayacağı gibi, AB kurumları tarafından yapılan çalışmalara göre, aksine, artacaktır. Öyleyse Avrupalıların bir arada barış ve güvenlik içinde yaşamak için en çok ihtiyaç duyacakları şey, siyasilerin aşırı sağ söylemlerle popülist, hatta çoğu zaman ırkçılığa varan düşünceleri yayması değildir. İhtiyaç duydukları şey, aksine, AB’nin kuruluşundan bu yana savunduğu değer ve düşünceler çerçevesinde çoğulcu ama “ortak” bir şekilde hareket edebilmekte yatıyor.

Brüksel’in bütünleşmeyi artırma isteğine rağmen üye devletlerin birçoğunda güçlenen aşırı sağcı akım, ulusal devletler seviyesinde siyasi ve mali konularda korumacılığın artmasına yol açacak, AB içinde ortak hareket kabiliyetini sınırlayacak, hatta büyük olasılıkla karar alma mekanizmalarını kilitleyebilecektir. Bu korumacılığın AB seviyesine yansımasıyla Birliğin dört temel serbest dolaşımı (sermayenin, malların, hizmetlerin ve kişilerin serbest dolaşımı) ve ortak politikaların uygulanmasında bir geriye gidiş yaşanması AB’nin varlık sebebinde ciddi bir sapmaya yol açacaktır.

Küreselleşmenin çok hızlandığı günümüzde devletlerin karşılaştıkları sorunları tek başlarına çözmesi pek olası gözükmüyor. Bu çerçevede AB’nin “ortak” bir sesle davranamaması aslında sahip olduğu en önemli gücün zayıflaması, dolayısıyla uluslararası arenadaki etkisinin azalması anlamına gelecektir. AB’nin yalnızca refahının artmasının değil, etkili bir küresel aktör olma özelliğinin devamı için de aşırı sağın yükselişinin AB değerlerine daha fazla bağlı kalarak bertaraf edilmesi gerekiyor. Aksi takdirde aşırı sağ akımlar AB’nin kendi mekanizmalarını kullanarak birlik trenini başka bir raya geçirebilecek, bildiğimizin dışında bir AB oluşturabilecektir. Üye devletlerin sınırlarına teller ördüğü, ekonomik ve ticari ilişkilerde koruma duvarlarının yükseldiği, toplumsal düzeyde farklı din ve kültürlere karşı nefret söyleminin yayıldığı bir AB ne Avrupa halkının ne de dostlarının işine yarayacaktır. Dolayısıyla böyle bir makas değişikliği AB’ye komşu coğrafyaların refah ve barışını da çok yakından ilgilendirmektedir.

[Dr. Öğrt. Üyesi Nurgül Bekar Kastamonu Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim görevlisidir]
Ana Sayfa
Manşetler
Video
Yenile